Yunanistan Genel Seçimleri...“Sol”un Zaferi mi?
25 Ocak 2015’de gerçekleşen Yunanistan Genel Seçimleri sonrası Türkiye’de “zafer” çığlıkları atılmaya başlandı? Gerçekten öyle mi? Kimisi bize “ortodoks”, “tutucu”, hatta “Stalinist” diyebilir. Eğer, düşüncelerimiz bu arkadaşlarımızda böyle bir izlenim uyandırıyorsa, varsın desinler.
Kimsenin hevesini, sevincini kursağında bırakmak istemeyiz ama ne yazık ki mesele sınıfsal bakış açısına gelince biz de görüşlerimizi ifade etmekten imtina etmemeliyiz diye düşünüyoruz.
Biz bu gelişmeleri tehlikeli görüyoruz. Önce şu tespiti yapalım. Kapitalist ülkelerdeki krizden ve bu krizin önümüzdeki dönemlerde keskinleşeceğinden dolayı işçi sınıfı hareketlerinde bir gelişme ve yükselme eğrisi tespit ediliyor. Sendikal hareket gelişiyor, grevler, direnişler yaygınlaşıyor, Komünist Parti’ler bu mücadelelerde önemli rol oynuyor ve sınıf içindeki etkinliklerini artırıyorlar. Burjuvazi bunu “sol güçlerin yükselişi” olarak niteliyor. Bizce, gerçekte var olan, sınıf hareketinin yükselişinin burjuvazi tarafından kontrol altına alınma çabasıdır. Yunanistan’daki SYRİZA hareketi tam da bu stratejinin uygulamasıdır. Bırakın “sol” olarak nitelemeyi, üstüne üstlük önüne bir de sıfat ekleyerek “radikal sol” nitelemesini seçmeleri boşuna değil.
Geçmişte “Sosyal Demokratlar”
İşçi sınıfının devrimci hareketinin ilk bölünmesi sosyal demokratlar ile komünistlerin II. Enternasyonal sürecinde ayrışması olmuştur. Sosyal Demokrat partiler “Devrim mi Reform mu” sorusuna “Reform” yanıtını vermişler ve bunu kendilerine göre Marksist bakış açısı ile gerekçelendirmişlerdir. Uzun süre, on yıllar boyunca, sınıf hareketini bölücü, pasifleştirici rol oynayan sosyal demokrat hatta sosyalist parti adını taşıyan bu güçler, zaman içinde Marks’ın, önce politik, sonra da ekonomik tahlillerinden tamamen uzaklaşmışlardır. Bugün Keynes’in ekonomik görüşleri sosyal demokrat partilerin temel ekonomik görüşlerini oluşturuyor, buna bağlı olarak politik olarak da kapitalist sisteme entegre olarak birer burjuva partisi niteliğine kavuşmuşlardır. Sosyal Demokrat’lar on yıllarca sınıfı sözde “sol” söylemlerle yanıltmışlar ve işçi sınıfından, geniş emekçi kesimlerden destek almayı becerebilmişlerdir. Bugün dahi hala kısmen bu etkileri sürmektedir. Sendikalar içinde de bu böyledir. Kongrelerinde, toplantılarında “sol” söylem kullanıp, burjuva iktidarının bir bileşeni olduklarından “tepede” farklı anlaşmalar gerçekleştirmektedirler. Aslında “kılçıksız” burjuva partileri niteliğinde olmalarına rağmen işçi sınıfını kısmen yanıltmayı sürdürebiliyorlar. Ancak genel olarak Sosyal Demokrat partilerin ipliklerinin pazara çıktığını, yani gerçek yüzlerini gizleyemediklerini belirtebiliriz. Sosyal Demokrasi’nin dünyadaki en önemli partisi Alman SPD’sinin 1969’da “Godesberg Programı” olarak kabul ettiği yeni programında “işçi partisi olmaktan halk partisi olmaya” dönüşüm kararı alınır ve “Marksizme mesafe konulduğu” resmen açıklanır. Bu aktardıklarımız Türkiye açısından da böyledir. Türkiye’de hala belli emekçi kitlelerin, köylülerin, sendikacıların, alevi toplumunun aslında sosyal demokrat dahi olmayan CHP’ye destek vermeleri gerçeğine de burada kısaca bir daha vurgu yapalım. Veya AKP’nin bu kadar geniş kitlelerin oyunu hangi “sosyal politikalara” vurgu yaparak aldığını hatırlatalım.
Yakın Geçmişte “Yeşiller”
Sosyal demokratların tam olarak ipliği pazara çıkınca, özellikle 60’lı yılların sonunda ve 70’li yıllarda, ABD’nin Vietnam yenilgisi, Anti-Emperyalist gençlik hareketlerinin dünya çapında yaygınlaşması ve bu anti-emperyalist hareketlerin kısmen de olsa, süreç içinde sınıf hareketi ile birleşmeleri, Kapitalist ülkelerde Komünist Partilerin güçlenmesi ve yığınsallaşması, burjuvaziyi yeni arayışlara girmeyi ve sınıf hareketini bölmek için yeni araçlar yaratma çalışmalarına yönlendirdi. O dönemde anti-emperyalist olmak aynı zamanda anti-faşist olmak demekti. Ve emperyalist-
kapitalist düzene karşı çıkmak doğrudan veya dolaylı olarak Sovyetler Birliği ve Dünya Sosyalist Sistemi’nin yanında olmak demekti. Anti-emperyalist olmak sınıfsal olarak işçi sınıfının yanında saf tutmak demekti. Özellikle ABD’nin Vietnam yenilgisinden sonra silahlanma yarışına hız vermesi, önce nötron ardından da atom silahlarının Sovyetler Birliğine karşı kullanımının somut olarak planlanması tüm kapitalist dünyada dünyada yığınsal ve etkin bir Barış Hareketi yaratma sonucunu doğurdu. Ve herkes biliyordu ki, bu Barış Hareketi’nin belirleyici gücünü Komünist Partiler oluşturuyordu, hem de en geniş, anti-faşist, anti-emperyalist, barış güçlerinin birliğini sağlayarak. Tam da bu dönemde “Yeşiller Hareketi” ortaya çıktı. Yeşiller hareketi, barış hareketinin en güçlü olduğu Federal Almanya’da başladı. Kurucular arasında da NATO’da sekreter olarak çalışan Petra Kelly ile eski bir NATO generali olan Gerd Bastian olacaktı. Bu hareketin en belirgin özelliği, barış hareketinin içinde yer almak, özellikle gençliği komünist olma eğilimlerinden uzak tutarak, sosyalist ülkelerin de en az emperyalist ülkeler kadar barışı tehdit ettikleri fikrini işlemekti. Hatta Yeşiller kurucusu Petra Kelly’nin turist kılığında giderek Demokratik Almanya Cumhuriyeti’nin Başkenti Berlin’in en tanınmış meydanı olan Alexanderplatz meydanında illegal pankart açıp fotoğraflarının tüm dünyaya yayılması hatırlardadır. Pankartta da sosyalist ülkeleri hedefleyen ve orada sosyalist iktidarlara ve onların barış politikalarını hedef alan “Kılıçları eritin pulluk yapın” (sanki silahlanma yarışını sosyalist ülkeler başlatmış gibi), sloganının öne çıkarıldığını ve o temelde özellikle DAC’de bir muhalefet hareketi yaratma çabaları unutulmamalıdır. Bu slogan temelinde bir amblem de hazırlanıp, o çerçevede bir örgütlenme çabası mevcuttu.
Yeşiller bu çalışmaların sonunda 1983 yılında ilk defa Federal Alman Parlamentosuna girdiler. O dönemde de kamuoyunda “radikal solcular” meclise girdi propagandaları yapılmıştı. Petra Kelly ve Gert Bastian dışında iki isim daha sivrilmişti. Bunların biri “Kızıl Ordu Fraksiyonu-RAF” sempatizanı Joschka Fischer ve RAF’ın “efsane” avukatlarından, Ulrike Meinhof ve Hannes Baader’in avukatlarından Otto Schily idi. Hatta, Joschka Fischer seçimden sonra ilk Hessen Eyalet Parlamento oturumunda yemin etmeye bacağında kot pantolon ve ayağında spor ayakkabılar ile girmişti. Sonra ne oldu? Görevleri bittikten sonra Petra Kelly ile Gert Bastian, birlikte yaşadıkları evde birlikte “intihar” ettiler. Bugün kimse bu faili meçhul cinayet üzerine konuşmuyor. Otto Schily 90’lı yıllarda sosyal demokrat olduğunu keşfetti ve SPD’ye geçti. 2000’li yıllarda bu iki RAF (Kızıl Ordu Fraksiyonu) aktörü SPD ile Yeşillerin koalisyon kabinesinde aktif görev aldılar. Joschka Fischer Dışişleri Bakanı, Otto Schily de İçişleri Bakanı. Joschka Fischer bugün Profesör Dr. olarak ABD Princeton Üniversitesinde ders veriyor ve “turuncu devrimlerin” mimarı George Soros ile ortak projeler geliştiriyor. İnsanın dilinin ucuna “ne Yeşillermiş bunlar” demek geliyor. (Kısa bir not düşelim; Gerçi, Devrimci Yol Hareketini tasfiye edenler arasında bulunan Taner Akçam da bu maceraya Alman Yeşilleri ile başlamıştı ve bugün o da ABD’de Minnesota Üniversitesinde Profesör olarak ders veriyor. Demek ki burjuvazi, Almanya, Yunanistan, Türkiye ayrımı yapmıyor.) Düşünün AB Emperyalizminin kalbi, ABD Emperyalizminin baş müttefiki F.Almanya’da iç ve dışişleri bakanlıkları bu kişilere teslim ediliyor. Demek ki bu kurgu baştan yapılmıştır. Değilse bu iki “aktörün” hele de “radikal devrimci” geçmişlerinden sonra bu derece hassas görevlere getirilmeleri düşünülebilir miydi? Diğer ülkelerde de Yeşiller Hareketi benzer şekillerde gelişti ve bugün en etkin olduğu Batı Avrupa ülkelerinde Kapitalist rejimin resmi bir bütünleyicisi oldu. Aynen Sosyal Demokratlar gibi.
Son 25 yılın, çoğulcu, geniş, “Radikal Sol Partileri”
“Sol Parti” eğilimleri yine önce F. Almanya’da boy gösterdi. 1989 yılında F. Almanya, Demokratik Almanya’yı iltihak ederken en korktukları konu, Demokratik Almanya halkının işgale karşı devrimci bir ayaklanmaya kalkışması idi. Gerçi, Gorbaçov onlara gerekli teminatları vermişti ama, Marks ve Engels’in ülkesinin komünistlerinin ne yapacağı belli olmazdı. DAC’nın öncü politik örgütü, Komünist Partisi, Alman Sosyalist Birlik Partisi-ASBP, iyi eğitilmiş kadrolardan oluşan yığınsal bir partiydi. Tek çözüm, bu partiyi yaşatarak ve reforme ederek yığınları kontrol altında tutmak idi. Bunu da yaptılar. Marksist-Leninist bir partiyi “çoğulcu, demokratik ve sosyalist” bir partiye dönüştürdüler. Bunu yaparken, ASBP içinde muhalefet potansiyeli taşıyan reformist nitelikli kadrolar ile Federal Almanya KP’si DKP’de 80’li yıllarda Gorbaçovcu “yenilenmeci” çizgiyi temsil eden, DKP’yi tasfiyenin eşiğine getiren kadrolara görev verdiler. ASBP adı değişti, PDS (Demokratik Sosyalizm Partisi) oldu, sonra zamanla evrilerek her evrilişte daha da sağa kayarak, “sol” sosyal demokrat bir parti çizgisinde “Sol Parti” adını aldı. Duvar yıkıldıktan sonra eski DAC topraklarında Sosyal Demokratların esamesi okunmuyordu. Ama PDS eski DAC yeni Alman eyaletlerinde % 25 ile % 60 arasında oy alıyordu. Bu taktik politika ile DAC yurttaşlarının “demokratik sosyalizm özlemlerini” okşayarak DAC’de sınıf temelli komünist politikayı tasfiye ettiler ve bir devrimci ayaklanmayı engellediler.
Hatırlarsanız, Türkiye’de TKP’nin tasfiyesi de değişik evrelerden geçerek ÖDP adı altında, “tüm devrimci çevrelerin ortak, çoğulcu ve özgürlükçü sosyalist” partisinde gerçekleşti. Haydar Kutlu ülkeye dönüş için uçağa binmeden yaptığı basın toplantısında “ülkeye güçlü legal bir Komünist Parti kurmak için dönüyoruz” derken, Cezaevinden çıktıktan sonra Nabi Yağcı olarak, “biz sol güçlerin en geniş birliğini sağlamaya katkıda bulunmak için ülkeye döndük” minvalinde açıklamalarda bulundu. ÖDP halen mevcutta “var” ama işçi sınıfının politik örgütlenmesi ve dolayısıyla Türkiye’de sınıf hareketi son 25 yılda hangi tabloyu yansıttı ve bu senaryoların rolü neydi? Düşünmeye değmez mi?
Bugün; Yunanistan “Radikal Sol Koalisyonu” SYRİZA
Bugün SYRİZA’nın temelini oluşturan SYNOSPİSMOS 2004 yılında genel seçimlere katılmak için, Yunanistan Komünist Partisi KKE’den ayrılan reformistler, Sosyalist (Sosyal Demokrat Parti) PASOK’dan ayrılan “sol” sosyal demokratlar, Yeşiller, Troçkistler ve farklı sol siyasi gruplar tarafından oluşturuldu. Seçim başarısızlığı üzerine dağılan yapı, 2007 yılından itibaren yeni bir itki ile tekrar örgütlendi ve 2007 (%5,04), 2009 (%4,6) ve 2012 (%16) seçimlerine katıldı. 2012 yılındaki oy oranı ve Yunanistan’ın yaşadığı ekonomik krizi iyi değerlendiren SYRİZA, özellikle Başkanı Alexis Tsipras’ın çıkışları ile toplum içinde sivrilmeye başladı. Krizin ağırlığı karşısında bugünkü gücüne erişmek adına önce AB ve NATO’dan çıkılacağı, IMF ve benzer uluslararası emperyalist finans kuruluşlarına olan borcun ödenmeyeceği türünden istemleri seslendirdiler. Bunun yanında da, ekonomik kriz ve AB tarafından beli bükülen, yoksullaşan Yunan halklarına, sosyal devlet projesini içeren vaatlerde bulundular.
Yunanistan geçmişte, denizcilik, gemi sanayi, turizm ve hizmet sektörlerinin egemen olduğu, tarımın ve haycancılığın ülke ekonomisinde önemli yeri olan bir ülkeydi. 1981’de AB’ye tam üyelik ile birlikte Yunanistan’da var olan sektörler ve tarım yıkıldı. Sadece turizm ve hizmet sektörü ayakta kaldı. Yunanistan, AB ve uluslararası emperyalist finans kuruluşlarının kredi, fon ve yatırımları ile son 35 yılını geçirdi dersek yanlış bilgi vermiş olmayız.
SYRİZA, bütün bu olguları kullanarak %36 ile pazar günkü seçimlerden oy oranı en yüksek parti olarak çıktı. İlk açıklamasında “Ne AB’den çıkacağız, ne de onların kölesi olacağız” yönlü açıklaması ile 360 derece dönüşün ilk işaretlerini verdi. Dakika 1 Gol 1! Ertesi sabah ise SYRİZA’nın seçim kampanyasında savunduğu görüşler ile uzaktan yakından alakası olmayan ülkenin işbirlikçi egemen burjuvazisinin partisi “Yeni Demokrasi Partisi” ‘nden ayrılan kimi milletvekillerinin kurduğu Bağımsız Yunan Partisi ile koalisyon anlaşması yaptı. Yeni Demokrasi Partisi büyük burjuvazinin partisidir. Bu adımdan sonra SYRİZA konusunda fazla söz sarfetmeye gerek olmasa gerek. SYRİZA, kapitalizmin sınırları çerçevesinde birtakım reformları hedeflediğini söyleyen, ancak son girdiği koalisyon ortağı ile onun da gerisine düşen sistem içi “sol” görünümlü, reformist bir burjuva partisidir.
Yunanistan Komünist Partisi-KKE
KKE, seçim akşamı SYRİZA ile her tür işbirliğini bir kez daha reddetmiş ve güven oylamasında da SYRİZA hükümetine güven oyu vermeyeceğini açıklamıştır. KKE, bu seçimlerde oy oranını % 1 oranında (60.000 seçmen) artırarak % 5,5 ile ve 15 milletvekili ile parlamentoya girmiştir. KKE Genel Sekreteri Dimitri Kutsumbas yoldaş, KKE’nin iktidarı yıkmayı hedeflediklerini ve bu yürüyüşlerinin güçlenerek süreceğini açıklamıştır. SYRİZA’nın sorunlar içinde bunalan Yunanistan halkını kandırarak hükümete geldiğini ve bunun çıkmaz bir yol olduğunu vurgulamıştır. Bize göre SYRİZA’nın vaatlerini yerine getiremeyecek olması bir yandan ona oy veren yığınların bir kesiminde yılgınlık, umutsuzluk ve güvensizliği artıracaktır ama diğer yandan Yunanistan Komünistleri, KKE önderliğinde bu süreçten güçlenerek çıkacaklardır ve oyların bir kısmı önümüzdeki seçimlerde KKE’ye yönelecektir. Kaldı ki, KKE sadece parlamenter çalışmaya vurgu yapan bir parti değildir. KKE’nin koruduğu ve geliştirdiği oy oranları tesadüfi ve sürekli değişkenlik gösterecek oylar değildir. KKE oy oranını sınıf mücadeleleri içinde kazanan ve sınıf mücadelesi yükseldikçe gücü daha da artacak bir partidir.
SYRİZA-HDK/HDP Karşılaştırması
Eğer olmayacak bir karşılaştırma varsa o da budur. HDK sınıfsal mücadele geleneğinden gelen ve iktidarı devrimci yoldan kazanarak sosyalizm kuruculuğunu hedefleyen güçleri kapsayan bir bileşimdir. HDK içinde bunun gerisinde siyasal amaçlar hedefleyen güçlerin olması HDK’nin temel niteliğini etkilemez. Bugün HDP’nin temsil ettiği Kürt siyaseti ise 30 yılı aşkın silahlı bir mücadelenin kazanımları temelinde parlamento dışı ve içinde mevzi kazanmış bir harekettir. HDP milletvekilleri 40.000 gerillanın mücadelesi sonucunda o sıralara oturma olanağını elde etmişlerdir. Bu kazanımlar can ile, kan ile sağlanmıştır. Kürt siyaseti de ayrılma hakkından yana tercih kullanmıyor ise, Türkiye’de iktidar hedefli bir mücadele yürütüyor demektir. Kürt Özgürlük Hareketi ile Türkiye İşçi Sınıfının Devrimci Güçlerini HDK/HDP’de bir araya getiren nitelik budur. Selahattin Başkan’ın karizmasını ve siyasi yeteneklerini Yunanistan SYRİZA’sı ile karşılaştırmak isteyen bunu tabii yapabilir, ancak bu belirleyici değildir. Kürt sorununun çözümü sınıfsal bir sorundur ve bu nedenle işçi sınıfının mücadelesi ile kopmaz bağları vardır. HDP içinde bireysel reformist bileşenlerin olması HDK/HDP’nin temel niteliğini değiştirmez. Onun için HDK/HDP ile SYRİZA benzeşmesi yaratma küçük burjuvalığından şiddetle kaçınmak lazımdır. Bunu bugün göremeyen arkadaşlarımız er geç SYRİZA gerçek yüzünü ortaya çıkardığı zaman buna ikna olacaklardır ama “görünen köy kılavuz istemez” derler.