Dünyanın kutupları Oluşmakta olan yeni jeopolitik karakteristik üzerine
Coğrafi anlamda dünyanın iki kutbu olduğunu daha ilkokulda öğrenmiştik. Aynı şekilde tarih derslerinde de insanlığın var olduğu müddetçe farklı güç kutupları arkasında kümelendikleri anlatılmaktaydı. 1989/1990 karşıdevrimine dek ise emperyalist-kapitalist ve sosyalist kutuplar arasında bölünen insanlık bugün yeni bir kutuplaşma ile karşı karşıya.
Reel sosyalizmin yenilgisinden sonra burjuva medyası kapitalizmin nihaî zaferini ve tarihin sonunu borazanlarla ilân etmişti. Ancak geride bıraktığımız 33 yıl bunun aksini kanıtladı. Emperyalist güçler her ne kadar askeri, iktisadi, mali ve siyasi açıdan dünyanın geride kalanından üstün olsalar da istedikleri gibi at koşturamamaktadırlar. Çoklu kriz ortamlarıyla başa çıkamadıkları gibi, yeni rakipler ve farklı coğrafyalardaki direnişler, hammadde ve enerji kaynakları ile tedarik yolları üzerine verilen mücadeleler emperyalist güçler arasındaki çelişkileri derinleştirerek etki alanlarının zayıflamasına ve küresel çaptaki meydan okumalar karşısında baygın kalmalarına yol açmaktadır.
Bugün çok kutuplu yeni bir dünyanın oluşmakta olduğunu görmekteyiz. Bu süreci irdelemek tarihsel gelişmeye göz atmayı gerekli kılmaktadır.
Komünistler çağımızın sosyalist devrimler çağı olduğunu savunurlar, ki bunun yanlış bir yanı yoktur. Ancak tarihin gösterdiği gibi, aynı çağ içerisinde farklı etaplar vardır. Büyük Ekim Devriminin ardından gelen zaman dilimi bir tarafta Sovyetler Birliği’nde sosyalizmin konsolidasyonunun sağlanması, diğer tarafta ise gelişmiş kapitalist ülkelerde kapitalizmin konsolidasyonu tarafından belirlenmişti. Bu etabı önce Avrupa’da faşizmin oluşması ve ardından İkinci Emperyalist Dünya Paylaşım Savaşı, antifaşist mücadele ve Sovyetler Birliği’nin öncü rolünün belirlediği etap takip etti. Faşizmin yenilgisinin peşinden gelen aşamada belirleyici olan sosyalist dünya sisteminin kurulması, sömürgecilik karşıtı mücadele ve sertleşen Soğuk Savaş oldu. Soğuk Savaşın yanı sıra komünist hareket ve sosyalist ülkeler arasında iki karşıt çizginin mücadelesine tanık olduk.
Soğuk Savaş etabını başarılı karşıdevrimlerin gerçekleştiği, güçler dengesinin sosyalizm aleyhine değiştiği, antiemperyalizmin ve gelişmiş ülkelerdeki sınıf hareketinin bölünüp, zayıfladığı etap takip etti. Bu etabın başlangıcında Japon emperyalizmi kendi Hinterlandını yaratmaya çalışırken, Alman ve Fransız emperyalizmleri AB’ni kendi Hinterlandları hâline getirdiler. Alman, Fransız ve Japon emperyalizmleri hem müttefikleri hem de en büyük rakipleri olan ABD emperyalizmini yakalamaya çalışırken, bu uğurda Rusya’yı salt hammadde ve enerji tedarikçisi durumuna indirgenmiş bağımlı bir ülke hâline dönüştürmek istiyorlardı. Ancak planlar ters gitti. Japon emperyalizmi çeşitli krizler sonucu zayıflarken, Alman ve Fransız emperyalizmlerinin öncü güç oldukları AB çatısı ABD’ne yetişemedi. Aynı zamanda Çin Halk Cumhuriyeti son derece dinamik bir gelişme ile güçlenirken, Rusya’daki egemen sınıf boyunduruk altına girmeyi reddetti ve planlara karşı stratejiler geliştirdi. Böylelikle başta Alman emperyalizmi olmak üzere AB ülkeleri, Britanya ve Japonya’nın ABD emperyalizminin arkasına kümelendikleri etap başladı. Bu aşamanın en belirgin özelliği uluslararası hukuka aykırı işgaller, müdahale ve vekalet savaşları, etnik-dinsel çatışmaların körüklenmesi ve savaş aygıtı NATO’nun genişletilmesiyle emperyalist güçlerin dünyanın geri kalanı üzerindeki hegemonyalarını sağlamlaştırma çabalarıdır.
Çok kutupluluğa doğru
Bugün ise dünyada çok kutupluluğun oluştuğu yeni bir aşamadayız. Burada oluşmakta olan çok kutuplu dünya düzeninden bahsediyorsak, bunu biraz açarak açıklamalıyız. Kanımızca burada öncelikle çok kutuplu dünya düzeninin kutuplarını değerlendirmek gerekmektedir. Kimi sol bakış açısına göre bu kutupların hepsi emperyalist güçlerden oluşmaktadır. Bu durumda çok kutuplu dünya düzeninin emperyalizmin iç ihtilaflarınca, artan emperyalist savaş tehlikesince, emperyalist yayılmacılığın ve dünya çapında emek sömürüsünün yoğunlaşmasıyla şekillenen bir düzen sonucuna varırız. Şüphesiz böylesi bir düzen de emperyalizmin iç çelişkilerinin sosyalizm ve sınıf mücadelesi lehine kullanılabilecek olanaklar yaratabilir.
Ancak böylesi bir okuma çokça yanılgıya yol açmaktadır. Çok kutuplu dünya düzeninin kutuplarını incelerken kanımızca dikkat etmemiz gereken, bu kutuplardan birisini oluşturan Çin Halk Cumhuriyeti ile Rusya Federasyonu’nu doğru değerlendirmektir. Bir kere Çin Halk Cumhuriyeti’ni sınırlı ve kontrol altında tuttuğu kapitalist üretim ilişkilerine rağmen, sosyalizm inşasına devam eden bir antiemperyalist güç olarak tanımlamamız gerekmektedir. Rusya Federasyonu ise öncü emperyalist güçlerin baskısından kurtulmak için emperyalizm karşıtı stratejiler izleyen kapitalist bir devlettir.
İşte oluşmakta olan çok kutuplu dünya düzeninden bahseden bu iki değerlendirme arasındaki fark, kutupların bütünsel bir emperyalist dünya sistemine dahil olup olmadıklarına dair yaklaşımdır. Emperyalizm değerlendirmelerinde bizim dayandığımız temel Lenin’dir. Lenin Komintern II. Kongresinde yaptığı sunumdaki ulusal ve sömürgeler sorunu üzerine tezlerinde sömürgeler arasındaki farklardan bahseder. Esas itibariyle Lenin’in tespitlerinde bugün değişen bir şey yoktur. Doğru, birçok sömürge ülke başarılı bir kurtuluş savaşı vermiş, ama ekonomik bağımlılıktan kurtulamamıştır. Yani sömürgeciliğin yerini yeni sömürgecilik almıştır. Nihâyetinde, tüm farklılıklara rağmen büyük emperyalist güçlerin hegemonyası hâlâ ayaktadır.
Dünyanın çivileri çıkıyor
Buna rağmen koşullar sürekli değişmektedir. NATO’da somutlaşmış olan büyük emperyalist güçlerin hegemonyası sürekli artan bir baskı altındadır. Aynı zamanda emperyalizmin iç çelişkileri de derinleşmektedir. Bu durumu dünyanın farklı coğrafyalarındaki gelişmelerde gözlemlemek mümkündür.
Emperyalist güçler bir tarafta yeni hegemonya sağlamlaştırma mücadelelerinin baş enstrümanı olan e-otomobiller için gerekli Lityum madenine sahip olma savaşı verirler ve madenlerin olduğu ülkeleri etkileri altına almaya çalışırlarken, kapitalist bir ülke olan ve dünya çapında en büyük Lityum kaynaklarından birisine sahip Meksika bu madenleri fiilen kamulaştırmış ve emperyalist tekellerin etkisi dışına çıkartmıştır. Aynı şekilde emperyalist güçlerin Brezilya, Güney Afrika ve Hindistan’ı BRICS’ten koparmak isteyen NATO stratejisi de başarısızlıkla sonuçlanmıştır. Başka bir örnek verelim: Çin Halk Cumhuriyeti kadim düşmanlar olan Suudi Arabistan ve İran arasında diplomatik ilişkilerin yeniden başlatılmasında arabuluculuk yaparak uluslararası arenada etkin bir aktör hâline geldiğini kanıtlamıştır. Bununla birlikte Suudi Arabistan ve Suriye’nin karşılıklı olarak elçiliklerini ve konsolosluklarını yeniden açmalarında arabuluculuk yaparak, Batının Ortadoğu’daki baskın konumunun zayıfladığın göstermiştir.
Emperyalist güçler arasındaki iç çelişkilerin derinleştiğini gösteren bir diğer örnek ise, Fransa Başkanı Emmanuel Macron’un 11 Nisan 2023’te Den Haag’ta yaptığı bir konuşmadır. Macron konuşmasında Avrupa’nın “hükümranlığını” savunup, “ABD ile Çin Halk Cumhuriyeti arasındaki büyük ihtilafta taraf olmamalıyız” diyerek Biden yönetiminin stratejileriyle ters düştüğünü göstermiştir. Fransız emperyalizminin ABD karşısındaki konumu önceden de biliniyordu, ancak bu sefer Almanya’dan da benzer sesler çıkmaya başladı. Örneğin koalisyonun en güçlü üyesi olan SPD’nin Federal Meclis Grubu başkanı Rolf Mützenich parlamentoda yaptığı konuşmada “Macron haklıdır. Avrupa bağımsız bir rol oynamalı ve bölgede ABD’nin uzantısı olmadığını göstermelidir” diyerek Macron’a açık destek çıkmıştır. Macron zaten kısa süre önce AB Komisyon başkanı Ursula von der Leyen ile yaptığı Pekin ziyaretinde von der Leyen’den farklı düşündüğünü göstermişti. Bu da Avrupa’da Transatlantikçi ve Avrupacı sermaye fraksiyonları ve onların temsilcileri arasındaki çatışmaları tekrar açığa çıkartmıştır. Macron iktisat politikalarında ve ortak Avrupa savunmasında “büyük müttefik” ABD’nden bağımsız davranılmasını savunurken, Transatlantikçiler ABD’nin yanında ve politik sularında ilerlemek istiyorlar.
Bu listeyi genişletmek mümkün. Gerek BM Örgütü içinde ABD ve müttefiklerinin Rusya’ya karşı açıklamalarda diğer BM üyelerinin çoğunluğunu alamamaları, Brezilya’nın Ukrayna savaşında arabuluculuk rolüne soyunması veya Çin Halk Cumhuriyeti’nin barış önerileri emperyalist güçlerin aleyhine olan gelişmeye işaret etmektedir. Sonuç itibariyle bu örnekler ve daha niceleri dünya çapındaki gelişmeleri farklılaştırılmış bir analizle ele almamız gerektiğini göstermektedir.
Sonuç yerine…
Nihâyetinde günümüz dünyasında oluşmakta olan çok kutupluluk koşullarında ve yeni jeopolitik karakteristik tarafından belirlenen bir etabın başladığını söyleyebiliriz. Günümüz dünyasına baktığımızda bir tarafta ABD, Almanya, Britanya, Fransa ve Japonya gibi açık emperyalist karakterdeki güçleri görmekteyiz. Bu güçler AB ve NATO gibi emperyalist yapılar üzerinden güçlerini birleştirmeye ve aralarındaki iç çelişkileri çözmeye, sonuçta dünya çapındaki hegemonyalarını korumaya çalışmaktadırlar. Burada özellikle ABD ve Alman emperyalizmleri arasındaki çelişkiler belirleyici olmaktadır, ki Alman emperyalizminin ikili karakterini belirtmeliyiz. Alman emperyalizmi kendisinden zayıf ülkeler karşısında giderek daha da güçlenirken, AB çatısına rağmen uzun vadede ABD emperyalizmi ile “eşit göz hizasında” davranabilme gücüne sahip değildir. Aynı zamanda, nükleer silahlara ve nükleer enerjiye sahip olan Fransız emperyalizminin aksine, yüksek ölçüde hammadde ve enerji ithalatına bağımlıdır. Bu da Almanya’yı ABD karşısında daha da zayıflatmaktadır. Diğer yandan Alman sermayesi ABD’nin Rusya’yı kuşatma stratejisini benimser ve bu durumdan pek zarar görmezken, ABD’nin Hint-Pasifik-Stratejisine karşı çıkmakta ve Çin Halk Cumhuriyeti’nden kopmanın getireceği zararları hesaplamaktadır. Tekelci burjuvaziler arasında da güç dengelerinin değişmekte olduğu emperyalist cephe bu durumdadır.
Buna karşın büyük emperyalist güçlerin baskıları, boyunduruk altına alma çabaları ve saldırganlıkları nedeniyle bu emperyalist güçlerin stratejilerine karşıt bir siyaset izleyen çeşitli kapitalist ülkeleri görmekteyiz. Her ne kadar bütünsel bir birliktelikten bahsedilemese de başta Brezilya ve Güney Afrika olmak üzere, BRICS’e ve Şanghay İş Birliği Örgütüne üye ülkeleri bunlar arasında sayabiliriz. Bu kapitalist ülkelerin yanı sıra büyük emperyalist güçlerin işbirlikçisi olan, genelde onlarla birlikte hareket eden, ama aynı zamanda kendi yayılmacılık stratejilerini takip eden ve kimi zaman tekil çıkarları emperyalist güçlerinkiyle çelişen bölgesel kapitalist güçleri görmekteyiz. Özellikle Balkanlar-Kafkaslar- Ortadoğu Üçgeninde belirleyici konumlarda bulunan İsrail ve Türkiye devletlerini bu kapitalist ülkelere örnek verebiliriz. Ayrıca Afrika ve Latin Amerika’da bir dizi yeni sömürge ülkeleri de görmekteyiz. Kapitalist gelişme sürecini takip eden, ama aynı zamanda emperyalist güçlere büyük ölçüde bağımlı olan bu ülkeler de kimi zaman Çin Halk Cumhuriyeti ve Rusya Federasyonu ile farklı ilişkilere girerek, emperyalist stratejilere aykırı davranmaktadırlar. Ve nihâyetinde Büyük Ekim Devriminin etkisinin hâlâ devam ettiği sosyalizm inşasına devam eden ülkeleri görmekteyiz.
Avrupa’daki 1989/1990 karşıdevriminden ve reel sosyalizmin aldığı yenilgiden bu yana dünya çapındaki güç dengelerinin değiştiğinden ve özellikle gelişmiş kapitalist ülkelerdeki sınıf mücadelesinin zayıfladığından şüphe yok. Dünyanın farklı coğrafyalarındaki otoriter ve baskıcı rejimler, etnik ve dinsel çatışma ve ihtilaflar, ezilen ve sömürülen sınıflar arasındaki dayanışmanın zayıflamış olması da işin cabasıdır. Ancak son yıllarda bariz bir şekilde dünya çapındaki güç dengelerini değiştirmeye aday bir hareketlilik ve dönüşüm de söz konusudur. Bu dönüşüm hiç kuşkusuz sosyalizm mücadelesi açısından yeni hareket alanları ve olanaklar yaratmaktadır.
Bu gerçekleşmekte olan dönüşümün en önemli belirleyicisinin Çin Halk Cumhuriyeti’nin dünya çapındaki güç konumlanışlarında öncü kutuplardan birisi hâline gelmesini sağlayan gelişmesinin olduğunu söylersek, yanlış bir tahlil yapmış olmayız. Burada yeni bir etaba geçildiğini vurgularken, elbette sosyalizmin zaferinden bahsetmemekteyiz. Ancak bu başlayan dönüşüm sosyalizmin önünde sonunda kazanacağı zaferi başlatan etabın yolunu açabilir. Ve bu tek başına insanlık açısından bir ilerleme sayılmalıdır.
Oluşmakta olan çok kutuplu dünya birçok riski ve tehlikeyi beraberinde getirmektedir. Ama zaten kapitalizmin kendisi ve emperyalist yayılmacılık dünya çağındaki her türlü ihtilafın, sorunun ve krizin baş tetikleyicisidirler. Salt bu nedenle dahi aşılmaları, tarihin çöplüğüne atılmaları gerekmektedir. Çok kutuplu dünya etabı emperyalizm ile antiemperyalizm arasında bir denge sağlamaya adaydır. Bu denge, aynı sosyalist dünyanın varlığında olduğu gibi, sınıf ve sosyalizm mücadelesinin, gerçek kurtuluş ve özgürlük hareketlerinin önünü açabilir. Komünistlerin bu durum karşısındaki temel görevi, her türlü demokratik koşulların yaratılması ve ezilen ve sömürülen sınıfların mücadelesinin örülmesi için mücadele ederek bu sürecin hızlanmasını sağlamaktır. En başta kendi ülkelerinde!