Maddeyi Güce Dönüştürmek
Malum, Türkiye’de var olan toplumsal sorunların çözümü yönünde bir dizi tartışma yürütülüyor, fikir geliştiriliyor ve azımsanmayacak düzeyde de somut adımlar atılıyor. Bir an için kendimizi geri çekip objektif olarak bu tabloya bakıp bir değerlendirme yapacak olursak karşımıza nasıl bir tablo çıkıyor? Yürütülen tartışma ve üretilen düşüncelerin hangisi politika katına yükselip toplumsal mücadelenin pratiğinde karşılık buluyor? Hedefte olan sermaye grupları ve onların politik temsilcisi olan iktidar neyi kendilerine yönelik ciddi bir tehlike olarak değerlendirip önlem alıyor? İster adına sesli düşünme diyelim, istersek de sakin ortamda değerlendirme diyelim. Bu tür muhasebelere dönem dönem ihtiyaç olduğu kesin.
Dünyada ve ama özellikle ülkemizde son otuz yılda yaşanan değişimler hafife alınmamalı. Belki de bizim açımızdan kırk yıl geriye giderek, o dönemden bugüne yaşanan gelişmeleri ele almak yararlı olacaktır. Hem nesnel koşullara, hem de öznel koşullara bir de bu açıdan bakmanın yararlı olduğuna inanıyoruz. Yaşanan bu değişimleri tekrar etmek amacıyla tek tek ele almak yerine sadece başlıklar halinde hatırlamaya çalışalım. Başlıkları gördüğümüzde içerikleri hemen aklımıza gelecektir.
Birincisi; 12 Eylül’ün sınıf örgütleri üzerinde yarattığı dağılma. İkincisi; 24 Ocak 1980 kararları ile uygulanmaya başlanan ve bugünlere kadar gelişerek had safhaya ulaşan neo-liberal ekonomik politikaların sınıf üzerinde yarattığı değişiklikler. Üçüncüsü; Tarım, hayvancılık yani çiftçiliğin süreç içinde adım adım yok edilmesi. Dördüncüsü; 1989-1992 karşı-devrim sürecinde uluslararası alanda yaşanan değişiklikler ve dünyanın yeni yapısı. Beşincisi; Doksanlı ve ikibinli yıllarda eski yıllara göre çok daha etkin olarak gelişen kadın ve çevre hareketleri. Altıncısı; Seksenli yılların ortasından itibaren başlayan Alevi toplumunun ve Kürt ulusuna mensup halkın politik olarak hareketlenmesi. Yedincisi; Seksenli, doksanlı ve çok önemli olan ikibinli yıllarda doğan kuşakların geçmiş kuşaklardan farklılıkları. Sekizincisi; Bilimsel ve teknolojik alanda özellikle son yirmibeş yılda yaşanan muazzam gelişmeler. Bu konular daha da detaylandırılıp çoğaltılabilir.
Bizim şimdi bakmamız gereken konu, bu değişiklikler ve gelişmeler ışığında sınıf mücadelesinin ve geniş anlamda toplumsal mücadelenin ele alınması meselesidir. Amaç, savaşsız, sömürüsüz bir dünya ve ülke yaratmak ise, -ki bu amaç değişmiyor-, bunu değişen yeni koşullarda başarmak için nasıl bir yol izlenmesi gerekliliği. Eğer değişimleri hiç göz önüne almaz ve eski yöntemler ile sonuç alabileceğimize inanırsak yanılırız.
Bu arada bir noktayı da atlamamak gerekiyor. İster beğenelim, istersek de beğenmeyelim, başta Sovyetler Birliği olmak üzere halk demokrasilerinin ve sosyalist ülkelerin dağılması, ulusal kurtuluş hareketleri sonucu bağımsız demokratik devletler olarak gelişen ülkelerin deforme olması bizler açısından ciddi bir kayıp yaratmanın dışında insanların gözünde de önemli olumsuz bir faktör oldu. Zamanında Sovyetler Birliği’ni çok eleştiren kimi solcu arkadaşların dahi dergilerinde bu olgunun eksikliğinin değerlendirildiğini görebiliyoruz. Bu demektir ki artık bizler yeni örnekler yaratmak zorundayız. Çünkü zamanı geri çevirmek mümkün değildir.
İşçi sınıfının artı-değer sömürüsü ile en azami koşullarda karşı karşıya kalması ve tüm değerlerin yaratılmasında üretimde belirleyici olmasına eklenen bir faktör de artık emekçi statüsünde sayabileceğimiz bilişim işçilerinin rolüdür. Onlar da muazzam bir artı-değer sömürüsü ile karşı karşıyalar ve burjuvazi yeni koşullarda onlar sayesinde makinelerini çalıştırabiliyor, üretim yapabiliyor ve ürettiklerini satabiliyor. Demek oluyor ki, işçi sınıfının öncülüğü bir dizi bilinen nedenle güncelliğini koruyor ve fakat yeni emareler de bu bağlamda dikkate alınmak zorunda.
Aynı şekilde, toplumda işçi olsun olmasın kadınların rolü ve çevre ile doğanın tahribinden etkilenen halkların etkisi artıyor. Onlar da sömürü düzeninin sebep olduğu üretim dışı, işgücü sömürüsü dışı ama toplumsal yaşamda önemli olan sorunlar temelinde hareketlenmiş durumdalar. Din ve mezheplerin hatta kültürlerin yok sayılması, farklı milliyetlerin tanınmaması, işçi, emekçi ve halk kitleleri arasında mücadele eden yeni kesimlerin oluşumunu sağladı. Ve tüm bu mücadeleler daha iyi bir yaşam, savaşsız ve sömürüsüz bir düzen ortak paydasında buluşuyorlar. Savaşsız ve sömürüsüz bir düzen üretim ilişkilerinin niteliğinde köklü bir değişimi gerektirdiğinden, sadece söylemlerle ve kısmi düzelmeler ile gerçekleşemeyeceği için Marksist-Leninist teorinin önemi kat ve kat artıyor ve de aynı zamanda güncelliğini koruyor. Mesele, bu gerçekliliği toplumun geniş kesimlerinin kavrayıp sahiplenmesi gerekliliğinde. Başta işçi ve emekçiler olmak üzere, ezilen ve sömürülen, kapitalist toplumun doğal olumsuz sonuçları ile karşım karşıya kalan geniş halk yığınlarının bu durumun farkına varması ve çözüm için harekete geçmesidir. Bu konuda her kesim kendi gerçekliğinden, sorunlarından, yani, karşı karşıya kaldığı haksızlıklardan ve eşitsizliklerden yola çıkarak hareket edecektir. Bu da politikaların, örgütlenmelerin, mücadelenin tüm bu genişliği kapsayacak şekilde düzenlenmesini gerekli kılmaktadır.
Diğer bir konu da, insanların sorunlarının farkında olmalarına karşın, ulaşmak istediğimiz savaşsız ve sömürüsüz bir düzen konusunu kendi kafalarında, gözlerinde tahayyül etme ihtiyacıdır. Tüm bu toplumsal kesimler nasıl bir ülke ve dünya istedikleri konusunda bir fikir sahibi olma ihtiyacı hissediyorlar. Sadece tatmin edici dolgun maaş alma isteminin yeterli olmadığını, bunu sağlamak için üretim ilişkilerinde köklü değişiklikler olması gerektiğini anlamalarını sağlamak gerekmektedir. Ve en önemlisi, buna inanıp içselleştirmeleri gerekmektedir.
Bu aşamada yeni bir gereksinim daha ortaya çıkmaktadır. Özlediğimiz ve amaçladığımız savaşsız ve sömürüsüz bir düzene bugün bulunduğumuz noktadan nasıl ulaşacağız? Önümüzde kısa vadede ve günlük olarak yapılması gereken görevler nelerdir? Bu sorunun yanıtının sadece örgütler ve yöneticileri tarafından bilinmesi yetmez. Önemli olan bizzat bu sorunların muhatabı olan geniş işçi ve emekçi kitlelerinin bunu bilmesi, inanması ve buradan hareketle mücadeleye atılmalarıdır.
Örneğin Kürt halkı son otuz yıllık mücadeleler içinde eşsiz bir ulusal bilinç kazandı ve bu uğurda neredeyse Kürt halkının yüzde yüzüne yakınını harekete geçirecek ve mücadele edecek bir düzeye yükseltti. Ancak, Kürt halkı ulusal olarak tüm haklarını elde etse dahi, kapitalizm koşullarında işgücü sömürüsünden, yoksulluktan ve sınıfsal eşitsizlikten kurtulamayacak. Nasıl ki Alevi yurttaşlarımız Cemevlerini ve kültürlerini resmileştirmeyi başarsalar dahi aynı sorunların çözümü sağlanamayacağı gibi. Ama incelediğimiz zaman kendi özgün sorunları için mücadele eden bu kitlelerin çoğunluğunun ortak özelliklerinin işçi, emekçi ve yoksul olduklarıdır. Dolayısıyla, onların bu mücadelesi ister istemez sınıf mücadelesi ile birleşecektir. Veya başka türlü ifade edersek bu mücadeleler nesnek olarak sınıf mücadelesinin bir parçasıdır. Bu noktada Kürtler ve Alevilerin sorunlarının ve yaşadıkları inkar ve eşitsizliklerin sadece onların sorunları olmadığı, ülkede bu hakları kısıtlayan kanunlar varsa bunların varlığının tüm ülke nüfusu için mücadele edilmesi gereken bir olgu olduğu gerçekliğidir. Yani, Kürtlerin ve Alevilerin mücadelesi ile “dayanışma” değil, bizzat o mücadeleler birlikte yürütülmek zorundadır.
Böylece geldiğimiz noktada ortaya şu soru çıkıyor. Bu konu nasıl yaşama geçirilecek? Nasıl bir örgütlenme modeli gerekiyor? Yanıtı şu olmalıdır. Tüm bu istemleri ve mücadeleleri kapsayan bir örgütlenme modeli ve mücadele. Hele ki, henüz toplumdaki sınıfsal sorunların bilincine varmamış ama kendi farklı sorunları temelinde mücadele eden kesimleri de kucaklayacak bir model. İnsanların, sahip oldukları sorunları ve yaşamlarındaki eşitsizlikleri zorlukları aşabileceklerine inandıkları mücadeleler temelinde hareketlenmelerini sağlayacak biçimler. Bu insanlar devrimci veya komünist olmayabilirler, nesnel olarak komünistlerin mücadelelerinin onların sorunlarının çözümünü kapsadığını bilmeyebilir hatta henüz anlayamayabilirler. Ama komünistler öyle bir örgütlenme ve mücadele stratejisi ortaya koyabilmelidirler ki, söz konusu toplumsal kesimler inandıkları kendi mücadelelerini yürütürken, o mücadeleler en genel anlamda savaşsız ve sömürüsüz bir düzen mücadelesi ile aynı yönde ilerlesin. Yeni genç kuşakların mücadeleye atılmalarını ve kendi yeni özelliklerine uygun örgütlenme modelleri ile genel mücadelenin içinde yer alacaklarını da bu çerçevede görmek, anlamak ve uygulamalarına alan açmak gerekiyor. Aynı konu kadınların mücadeleleri için de geçerlidir. Artık sadece eşit işe eşit ücret sloganı atan kadınlar değil, kadınların tüm sorunlarını kapsayan örgütlenmeler gelişmiştir. Bu iyi bir gelişmedir ve bütünün çok önemli bir parçasıdır. O açıdan kadınların cinsiyetten kaynaklanan sorunlarının çözümüne yönelen, kırk yıl önce gündemde olmayan istemlerini yadırgayıp dışlamak yerine anlamak ve birlikte mücadele etmek gerekmektedir. Feminizm konusuna da aynı bakış açısı ile yaklaşılmalıdır.
Bu düşüncelerimize iki konuyu daha eklememiz gerekiyor. Bir tanesi şu. Başlıklar halinde ele aldığımız tüm bu sorunların çözümü parlamenter yöntem olamaz. Bu da beraberinde ikinci konuyu getiriyor. Sıraladığımız tüm bu toplum kesimlerinin bir arada yaşadığı mahalli birimler, yani yereller günümüzde çalışmaların temel alanı olmayı zorunlu kılmaktadır. Semtler ve mahalleler, işçi, emekçi, kadın, erkek, genç, yaşlı, işsiz, emekli, Türk, Kürt ve tüm ulus ve inançlardan halklarımızın bir arada bulunduğu alanlardır. Her çalışmanın nüvesi yerleşim birimlerinde olduğu ve oradan fabrikalara, işyerlerine, özgün sorunlara yönelik alanlara yöneldiği ölçüde başarılı olacaktır. Uyguladığımız ve uyguladıklarımızı değerlendirdiğimiz zaman bizzat tabanda yapılan tüm çalışmaların mücadelelerin gelişmesine ve kitlelerin katılımının nicel olarak artması konusunda sonuç aldığını tespit edebiliyoruz.
Madde her zaman var, önemli olan onu güce dönüştürmektir. Bu şöyle de ifade edilebilir, sorunlar her zaman var, belirleyici olan bu sorunların çözümü temelinde mücadelenin geliştirilmesidir. Lenin’in “yenilgi dönemleri en iyi okuldur” sözünü son birkaç on yılın pratiğinde bizzat yaşıyoruz. Yenilgiyi yaşadık ve bu yenilgi sürecinde çok ciddi sonuçlar çıkardık. Öyle olmasaydı bugün milyonları kucaklayan ve yerellerden merkeze doğru uzanan, parlamentoda da kilit rol oynayan bir hareketi yaratmak mümkün olabilir miydi? Bu çizgimizi eksikliklerimizi gidererek ve her gün mükemmelleştirerek sürdürmek en doğru ve sonuç alıcı yoldur.