Pragmatizme dönüş: Alman emperyalizminin Erdoğan Türkiye’sinden beklentileri
Türkiye’de gerçekleştirilen Cumhurbaşkanlığı ve Parlamento Seçimlerinin ardından Avrupa’daki burjuva medyasında birbirleriyle çelişen değerlendirmeler yayınlandı. Aslında bunları Avrupa kamuoyuna yönelik “rahatlatma” yayınları ve emperyalist güçlerin gerçek çıkarları üzerine değerlendirmeler olarak ikiye ayırmamız gerekmektedir.
Yapılan “rahatlatma” yorumları Erdoğan’ın yeniden seçilmesinin Türkiye’nin AB üyesi olma sürecini “rafa kaldırmaya yaradığı”, Avrupa ve Türkiye arasındaki ilişkilerin “sınırlı bir alma-verme ilişkisi çerçevesinde şekilleneceği” ve Türkiye ekonomisinin göreceği olası zararlar “Avrupa’yı da olumsuz etkileyeceğinden” Erdoğan hükümetine “Gümrük Birliğinin modernleştirilmesi türünden destek çıkılmasının gerekli olacağı” gibi değerlendirmeler içeriyor. Bunların yanı sıra Avrupa’da yaşayan Türk vatandaşlarının “otokrat Erdoğan’a” büyük destek vermeleri skandalize edilerek “entegrasyon tedbirlerinin başarısız kaldığı” ve Türkiyeli göçmenlerin hâlâ “yabancı unsur” oldukları demagojisi işleniyor. Bununla birlikte Türkiye’nin “Suriyeli mülteci akınlarını durdurması koşuluyla anti-demokratik uygulamalara esnek yaklaşılacağı sözü verilebilir” denilerek güya reel politik önermelerde bulunuluyor.
Avrupa kamuoyunu “rahatlatmaya” ve aynı zamanda “Türkiye / İslam karşıtlığını” körüklemeye yarayan yorumlar burjuva medyasında yaygın bir şekilde yer alıyor olsalar da bunların hükümet ve devlet politikalarına herhangi bir etkisi olmayacaktır. Çünkü emperyalist güçlerin asli çıkarları “göçmenlerin uyum sağlayıp sağlamamasını”, insan haklarına uyulmasını, demokratikleşme (!) adımlarını veya hukuk devleti ilkesini ve burjuva demokrasilerinin diğer sözde temel ilkelerini dikkate almazlar. Nitekim bunu 28 Mayıs akşamı, resmi olmayan sonuçların açıklanmasından dakikalar sonra Erdoğan’a gelen kutlama mesajları kanıtlamıştır. Hile ve zorbalıkla elde edilen “seçim zaferini” meşrulaştıran bu kutlama mesajlarının asıl amacı emperyalist çıkarların kollanmasıdır. Örneğin Almanya Şansölyesi Olaf Scholz hemen Erdoğan’ı arayarak, “Almanya ve Türkiye’nin birer NATO üyesi olarak ne denli önemli ve değerli müttefik olduklarını” söylemiş ve Doğu Akdeniz’deki gelişmeleri, NATO’nun alacağı kararları ve AB-Türkiye ilişkilerini görüşmek için Erdoğan’ı Berlin’e davet etmiştir.
Pragmatik ortaklık
Alman emperyalizmi açısından Almanya-Türkiye ilişkileri “pragmatizm gerektiren zorlu ortaklık” olarak gelişmektedir. Federal Ordu Üniversitesi tarafından seçim sonrasında yayınlanan son raporda bu ilişkinin zayıflamış olmasının “uzun bir sürecin sonucu” olduğu tespit edilmekte. Rapor, Almanya’nın Türkiye’ye AB tam üyeliği yerine “imtiyazlı ortaklık” teklif etmesinin ilişkileri zorlaştırdığını vurgulayarak, hâlihazırda Türkiye açısından sorun yaratan ve “pragmatik çözüm bekleyen” noktaları şöyle sıralamaktadır: “Federal Parlamentoda Alman silahlarının Kürtlere karşı kullanılması veya Ermeni Soykırımı hakkındaki parlamento kararı üzerine yürütülen tartışmalar, Almanya’nın Kürt ayrılıkçılarına ve Gülen hareketi taraftarlarına güvenli liman sunması, kamuoyuna Erdoğan hükümetini eleştiren resmi açıklamaların yapılması veya Almanya’nın Kuzey Irak’ta Kürt güçlerine askeri eğitim vermesi.”
Bununla birlikte Alman vatandaşlarının Türkiye’de tutuklanmaları, yargı önüne çıkartılmaları ve Türkiye dışına çıkışlarının engellenmesi, Almanya’nın gönderdiği parlamenter delegasyonlara getirilen yasaklar veya Federal Ordu mensuplarının İncirlik Üssü’nden çıkartılmaları gibi meseleler de Alman devleti açısından ilişkileri zora sokan faktörler olarak tanımlanmaktadır.
Görüldüğü kadarıyla Alman devleti kendisinin önayak olduğu AB-Türkiye Mülteci Anlaşması ile Türkiye’ye asimetrik bir avantaj verildiği görüşünde. Erdoğan’ın bu Şartlı Rehin sayesinde mülteci “akınlarını” kullanarak Almanya ve Avrupa’nın mülteci politikalarını belirliyor olması ciddi bir sorun olarak algılanıyor. Federal Ordu Üniversitesi raporu bu nedenle hükümete “daha pragmatik bir çizgi izlenmesini” öneriyor. Rapor Almanya’nın orta vadede iktisat ve enerji politikaları alanındaki karşılıklı bağımlılığı artırıcı ve dış güvenlik konusunda Türkiye ile olan iş birliğini genişletici adımlar atmasını gerekli görüyor. Ayrıca NATO üyeleri olarak ortak güvenlik anlayışının güçlendirilmesi ile Türkiye’nin güvenliği konusunda Rusya Federasyonu’nun rolünün zayıflatılabileceği ve uzun vadede bu adımlarla Erdoğan sonrası dönem için “daha sıkı Alman-Türk iş birliğinin temellerinin güçlendirilebileceği” öngörülüyor.
Yakın geleceğe dair öneriler
Federal Ordu Üniversitesinin geliştirdiği pozisyonların Alman devletinin görüş oluşturma sürecinin önemli bir unsuru olduğu ve bu süreç içerisinde yürütülen tartışmalarla pozisyonların şekillenmesinin ardından resmi devlet aklı hâline getirildiği düşünülürse, Federal Ordu Üniversitesinin yakın geleceğe yönelik önerilerinin kısa zamanda resmi Alman politikasına dönüşeceği sonucuna varabiliriz.
Bu çerçevede Alman emperyalizmi, tüm görüş farklılıklarına rağmen NATO ve Almanya’nın Türkiye’ye ihtiyaçları olduğu ve bu nedenle de Türkiye’nin “karşı karşıya kaldığı jeopolitik meydan okumalar ile iç politika sorunlarının” dikkate alınması gerektiği kanısındadır. Bunu, NATO ve Almanya’nın seçim sonrası dönemde AKP-Saray-Rejiminin bölgedeki yayılmacılık siyasetine ve ülke içerisinde kökleştireceği açık diktatörlük koşullarına destek çıkma sözü olarak okuyabiliriz. Aynı şekilde Türkiye’deki rejimin statü ve prestij artırma beklentisinin NATO’nun “Beş Büyüğü” arasına alınma, yani ABD, Almanya, Britanya, Fransa ve İtalya ile eşit göz hizasında muamele görme arzusu yerine getirilerek karşılanabileceği önerilmektedir. Bu çerçevede Türkiye’nin enformel forum olan NATO QUINT’e alınacağından ve Türkiye’nin Ukrayna savaşından bu yana dondurduğu “Blackseafor” girişiminin Türkiye’nin sorumluluğu altında resmi NATO girişimine dönüştürüleceğinden hareket edebiliriz.
Alman emperyalizmi Türkiye’yi NATO’nun “Beş Büyükleri” arasına alarak ve Karadeniz’de başlatılacak olan NATO girişiminin formel başkomutanlığına getirerek, hem Türkiye’yi NATO güçlerine daha da yakınlaştırmayı hem Türkiye’nin NATO içindeki statü ve rolünü artırmayı hem de bu şekilde AKP-Saray-Rejimine prestij kazandırmayı amaçlamaktadır.
Erdoğan’ın yönetim biçimi ve özellikle dış politikada ikili ilişkileri uluslararasılaştırma ve uluslararası ilişkileri ikilileştirme yatkınlığı Almanya’nın stratejik yönelimi açısından sorun yarattığından, Almanya ve Türkiye arasındaki ilişkilerin olumlu bir “kazan-kazan” çizgisine çekilmesinin yanı sıra, aynı anda buna paralel olarak Almanya’nın Türkiye’nin diğer NATO veya Avrupa Birliği üyesi ülkelerle olan anlaşmazlıkların ve ihtilaflarının çözümü için uğraş vermesi gerektiği düşünülmektedir. Bunu da Türkiye’nin NATO’nun koparılamaz üyesi olarak Batı’ya daha sıkı bağımlı kılınması için silahlanma iş birliğinin geliştirilmesi, Türkiye’ye bölgedeki etki alanını genişletebileceği sorumluluklar verilmesi ve AKP-Saray-Rejimine prestij kazandıracak yeni bir statü tanınması girişimi olarak okuyabiliriz.
Kısa ve orta vadeli öngörüler
Daha önceki makalelerimizde AKP-Saray-Rejiminin en önemli destekçisinin Alman emperyalizmi olduğunu ve tersinden de rejimin ayakta kalmasının Alman emperyalizminin çıkarına olduğu tespitlerini yapmıştık. 28 Mayıs seçimleri ardından Alman devletinden gelen sinyaller bu tespitlerimizi bir kez daha teyit etmektedir. Peki, tüm bunların kısa ve orta vadede Türkiye ve Balkanlar-Kafkaslar-Ortadoğu-Üçgeni açısından nasıl bir etkisi olacaktır? Kanımızca Kürdistanlı ve Türkiyeli devrimciler, sosyalistler ve komünistler dikkatlerini bu sorunun yanıtına vermelidirler.
Öncelikle AKP-Saray-Rejimi faşizmi kurumsallaştırırken önüne Avrupa “demokrasilerinden” herhangi bir engel çıkartılmayacağını, aksine destek verileceğini öngörebiliriz. Aynı zamanda Almanya’daki Kürdistanlı ve Türkiyeli devrimci-demokratik örgütlenmelere yönelik kriminalizasyonun yeni bir ivme kazanması söz konusudur, ki Erdoğan’ın Berlin ziyareti öncesinde yeni bir tutuklanma furyası ile karşılaşmamız olasıdır. Bununla birlikte Alman bankaları ile Avrupalı finans kuruluşlarının Türkiye’deki varlıkları gerekçe gösterilerek AKP-Saray-Rejimine yeni ekonomik ve mali destek verileceğinden hareket edebiliriz. Nitekim, önceden olduğu gibi, rejime yönelik haklı eleştirilerin “Almanya’nın çıkarlarına tehdit oluşturduğu” gerekçesiyle kovuşturmaya uğrayacaklarını da öngörebiliriz.
NATO tampon bölge olarak gördüğü Türkiye’nin sınırlarına “NATO Dış Sınırı” tanımlaması getirerek askeri yardımları artıracağından, muhtemelen doğu sınırlarına NATO Dış Sınır Birlikleri konuşlandıracağından ve Suriye’de “Türkiye’nin kabul edebileceği Batı yanlısı Kürt birlikleri oluşturulması” adı altında Rojava’nın ağır saldırı altına alınacağından da hareket edebiliriz.
Almanya özellikle hem ortak silahlanma projeleri geliştirmek hem de rejimin anti-demokratik uygulamalarını silah ihracatının meşrulaştırılması için nasıl Şartlı Rehin olarak Alman kamuoyuna gösterilebileceğini araştırmaktadır. Bu çerçevede “ortak güvenlik anlayışı” ve “NATO’ya yönelik küresel tehditlerin arttığı” gerekçesiyle bu Şartlı Rehin esnek biçimde ele alınacak, ancak Rusya ile S-400 hava savunma sistemleri gibi iş birliklerini engellemek için sert tedbirlere başvurulacaktır.
Türkiye’nin Kıbrıs’ı AB ve NATO düzeyinde tanıması için girişimler hızlandırılacak, KKTC’ndeki TSK unsurlarının sayısının azaltılmasına çalışılacaktır. Buna karşın Türkiye’ye Doğu Akdeniz’de ve Ege’de bazı iktisadi tavizlerin verilmesi, İsrail ile Türkiye arasındaki doğal gaz ihtilafının çözülmesi için Almanya’nın arabuluculuk rolünü üstlenmesi, Türkiye’nin Suriye’de işgal altında tuttuğu bölgelerin Türkiye kontrolünde statü kazandırmak için BM Güvenlik Konseyi gündemine sunulması ve Türkiye’nin Akdeniz ve Ege’de deniz mahsulleri iktisadındaki payını artırmak için girişimlerin başlatılmasını bekleyebiliriz. Ancak tüm bunların gerçekleştirilmesinin anahtarı olarak Türkiye’nin mülteci sorununda taviz vermesi istenecektir.
Alman emperyalizminin Türkiye ile askeri-politik alanda var olan iş birliğini genişletme taraftarı olduğu biliniyor. O nedenle ordular arası ortaklıkların geliştirilmesi, karşılıklı askeri diplomasinin daha sık işletilmesi, eğitim programları ile lojistik desteğin artırılması Scholz hükümetinin kısa vadeli adımları arasında olacaktır. Ortak askeri tatbikatlar – özellikle Karadeniz’de -, Avrupa’ya dönen cihatçı teröristler konusunda polisiye iş birliği, bu çerçevede Türkiye’nin Avrupa’dan teslim edilmesini istediği Kürdistanlı ve Türkiyeli muhalifler üzerindeki baskıların artırılması, mali destekler ve AB bütçelerinden kalkınma yardımları, sınır koruması için teknoloji transferi ve Suriye’nin “yeniden yapılandırılmasında” ortak projeler geliştirilmesi hâlihazırda gündemdedir. Enerji alanında ikili boru hattı projeleri ve yenilebilir enerji kaynakları için Alman-Türk şirket ortaklıkları konusunda imzalanmış anlaşmaların uygulamaya sokulması da şüphesiz hızlandırılacaktır.
Sonuç yerine
Türkiye’deki muhalif medyada, kısmen de özgür basında seçim sonuçları sıklıkla “Erdoğan’ın Pirus Zaferi” denilerek yorumlandı. Kanımızca bu tür yorumlar ne seçim sürecini ne de önümüzdeki yıllarda ülkeyi ve bölgeyi sarsacak gelişmeleri açıklamaya yeterli olabilir. Aynı şekilde “şimdi ekonomik kriz derinleşecek” beklentileri de gerekli olan mücadeleyi örmeye yeterli olamayacaktır. Doğru, Erdoğan’ın seçilmesinin ardından döviz kurları yükselecek, TL değer kaybedecek, enflasyon oranları artacak, ekonomik sorunlar çetrefilleşecektir. Ama, son yıllarda da olan bu değil miydi? Ezilen ve sömürülen sınıflar yoksullaşırken, egemen sınıflar daha da zenginleşmediler mi? Gerçi AKP-Saray-Rejiminin verili ve beklenen krizleri yönetmede ne denli başarılı olabileceğini bilemiyoruz, ancak kesinlikle yalnız kalmayacağını şimdiden söyleyebiliriz. Başta Alman emperyalizmi olmak üzere emperyalist güçler, her kutup için yaşamsal önem taşıyan Türkiye’yi ve egemenlerini yanında tutmak, jeo-stratejik, jeo-politik ve jeo-ekonomik çıkarlarını kollayacak bir rejime sahip olabilmek ve bölgedeki etkinliklerini sağlamlaştırmak/genişletmek için AKP-Saray-Rejimine ekonomik, mali, askeri ve siyasi destek sunacaklardır.
Rejimin salt yurt içindeki, şüphesiz ırkçı, milliyetçi, faşizan ve yobaz-dinci uygulamalarına bakarak ve “iki kişiden biri Erdoğan’ı istemiyor” söylemine sarılarak son derece zorlu yılların bizi beklediği yıllar içinde muhalefet yapılamayacaktır. Hele ırkçı-milliyetçi-faşist çoğunluğun oluşturduğu TBMM çatısı altında salt “parlamenter muhalefet” yapmakla yetinmek, teslimiyet anlamına gelecektir.
Erdoğan’ın seçilmesiyle birlikte Kürdistan, Türkiye ve Ortadoğu, savaş aygıtı NATO’nun ve emperyalist güçlerin tam desteğine sahip, askeri-sivil bürokrasiyi, yargı ve medyayı mutlak kontrolü altına almış, hile ve zorbalıkta ustalaşmış ve küçümsenemeyecek toplumsal tabana dayanan AKP-Saray-Rejiminin tehdidi altındadır. Kürdistanlı ve Türkiyeli devrimciler, sosyalistler ve komünistler ülke ve bölge gerçeklerini, uluslararası gelişmeleri ve olasılıkları dikkate alarak, öncelikle rejimin ezilen ve sömürülen sınıflar arasındaki etkisini kırma, örgütsüz halk kitlelerini örgütlü hâle getirme, sendikal hareketi içinde bulunduğu pasiflikten çıkartma, sokağın direniş gücünü örgütleme ve belki de en önemlisi “Fırat’ın Batısı” ile Kürdistan’daki bilinçli toplumsal muhalefet potansiyeli arasında sağlam temelli köprüler kurma görevleri ile karşı karşıyadır. Bununla birlikte YSP ve TİP meclis gruplarının parlamento içi çalışmalarının mahallelerde, köylerde, fabrikalarda ve kentler düzeyinde oluşturulacak meclisler üzerinden parlamento dışı mücadele ile doğrudan bağlantılı hâle getirilmesi zorunludur. Elbette koşullar daha da zorlaşacak, baskılar daha da artırılacaktır. Hatta açık faşist diktatörlük koşulları altına girmek de olasıdır. Ancak nasıl dünyanın farklı coğrafyalarında faşizm koşulları altında verilen mücadele deneyimlerine sahip olduysak, bundan sonra da göstereceğimiz devrimci duruş ve basiretle her türlü zorluğu aşabiliriz. Kısacası, gün moral bozukluğu ve teslimiyet hissiyle geri çekilme değil, devrimci duruş ve basireti gösterme günüdür.