SENDİKALAR, DEMOKRATİK İŞÇİ MECLİSLERİ, DİRENİŞ, MÜCADELE VE KOMÜNİSTLER

SENDİKALAR, DEMOKRATİK İŞÇİ MECLİSLERİ, DİRENİŞ, MÜCADELE VE KOMÜNİSTLER

Halit ERDEM

Ben daha çok DİSK’in kuruluşunun 50. Yılı ve ikinci elli yılın perspektifleri boyutunda meseleyi ele almak istiyorum. Konferans konuları tarihimize özenle seçilmiş. Siyasal ve sendikal tarihin birlikte ele alınması da önemli. Böylece birçok durumda iç içe geçen bu iki süreci birlikte ele almak mümkün olacak. Emeği geçenlere teşekkür ediyorum. Konuyu geçmeden önce tarihe bakış üzerine bir kaç şey söylemek istiyorum;

Tarih bugündür

Günün meseleleri tartışılırken tarih genellikle ihmal edilir. Her şey bu güne sıkıştırılmış şimdiye bağlandığında, tarih ve gelecek bağlamından kopartılır. Sermayenin tarihsel akışı kesintisiz bir birikim yaratmıştır. Günümüz bu zincirleme gelişimin sonucudur.

Devlet ve sermaye toplumu boşuna tarihsiz bırakmıyor. Her aracı kullanıyor. Şehir öyküleri, devlet gelenekleri, hanedan tarihleri bitmez tükenmez anlatı konularıdır.

Sermayenin baskı ve sömürüsünü sürdürmesi için çıplak zor’un dışında başvurduğu en önemli araç aynı zamanda meşruiyet sağlayıcı yumuşak güç, ideoloji ve tarihtir.

Bu nedenle kendi tarihinden, geleneklerinden kopartılmış toplumu yönetmek kolaydır.

Emeğin tarihi

Buna karşıt olarak, sermaye birikimi ve yol açtığı iktidar aygıtlarının baskılarına karşı ezilen halklar, emekçiler her zaman, mekan ve koşulda bir direnme ve alternatif ortaya koymuşlardır. Tarih aynı zamanda emekçilerin direnme tarihidir. Bir süreklilikten bahsetmek büyük emek ve çaba gösterilmesi gereken bir alandır. Bize böyle bir zincirin olmadığı direnişlerin kopuk ve rastlantı sonucu ortaya çıktığı anlatılmaya çalışılmaktadır.

Tarihimizde var olan direniş ve sermayenin egemenliğine karşı yürütülen mücadele ve ortaya konulan alternatifler incelenirken elbette başarılardan söz etmeliyiz, başarıdan da ders çıkarılır. Ancak yenilgiler de, neden istenilen sonuçlara ulaşılamadığı da ele alınmalıdır.

Cevabını aradığım, tartışmaya çalıştığım soru şudur; Neden bu haldeyiz? Ortaya koyduğumuz alternatifler, politikalarımız mı yetersizdi? Bu soruları tarihimize başvurarak yanıtlamaya ve aramaya çalışacağım.

Tarihimizde bir sendikal mücadele geleneği var mı?

Emek tarihimiz çok eski ve parlak değil. Ancak büyük mücadeleler verildi, çok acılar yaşandı. Bu mücadelelere katılan, hayatını veren herkesi saygıyla anıyorum. Ancak tarihi düşünürken yeni sorular da ortaya çıkıyor; bir tecrübe birikiminden söz edebilir miyiz? İşçi sınıfının siyasal mücadelesi, komünistler, burjuva ulus devlet inşasına karşı hangi alternatif yol ve yöntemler ortaya koydular ve bunların sonuçları nasıl bir sınıf mücadelesi geleneği ve birikimi yarattı. Bu başlı başına incelenecek bir konu. Bu alanı sadece emek ve sendikal mücadele bağlamında ele almakla yetineceğim.

1920’nin başlarından 1940 yılının sonlarına kadar geçen 20 yıl, Türk milliyetçiliğine dayalı, emperyalizme bağımlı, bir kapitalist ulus devletin kurulması sürecidir. Sol hareket ve emekçiler üzerinde ağır baskılarla geçen yıllardır. Kürt halkının katliamlara, iskan ve asimilasyona uğratıldığı yıllardır. Bu dönemin ayırt edici karakteristiği, işçi sınıfının siyasal mücadelesinin, ulus devlete alternatif oluşturacak politikalar yerine, Kemalist devlet kuruculuğuna eklemlenme, onun politikalarını destekleme şeklinde gelişmiş ve sonradan üzerinde yürünecek bir yol yöntem ortaya konulamamış olmasıdır.

Emek hareketi de yasadışı grevlerle, sol aydınların çabalarıyla devletin faşist örgütlenmelerine karşı direnişlerle bu sürece karşı çıkmıştı. Ancak bu karşı çıkışlar, yeni kurulmaya başlanan devlet fabrikalarında, özel sektörde, devletin örgütlemeye çalıştığı esnafın, küçük üreticinin, köylünün, iş mükellefiyeti köleliğinin, savaşın sebep olduğu toplumsal yıkım ve yoksulluğa karşı halkın örgütlü direnişine dönüştürülemedi.

1947’de devlet müesses sendikal nizamın yasal ve pratik temellerini döşerken, devlet işletmelerini esas almıştı. O dönemde özel sektör hem gelişmemişti hem de devlet sektöründe olduğu gibi emir ve talimatla sendika kurmak mümkün değildi.

Gelecek yıllara damgasını vuracak mücadele bir başka damardan yürümekteydi. Sendika aidatlarının elden toplanması nedeniyle yaşanan maddi zorluklar içinde daha çok özel sektörde faaliyet gösteren sendikalar bir mücadele geleneğinin temellerini döşediler. Sendikacılar, koltuklarının altında iş uyuşmazlığı dosyaları ile Bölge Çalışma Müdürlükleri’nin kapılarını aşındırıyor ve büyük zorluklarla cüzi ücret artışları, iş kazalarının önlenmesi, çalışma koşullarının iyileştirilmesinin mücadelesini verdiler.

Rejimle bağları olmayan sendikacılar, devrimci bir işlev gördüler ve 1960 sonrasının yükselen işçi mücadelelerinin temellerini attılar. Türkiye işçi sınıfının sendikal geleneği, iktisadi ve demokratik temelde böyle oluştu ve 1961 anayasasının getirdiği elverişli koşullarda yükselerek devam etti.

1963 yasaları da, yasaların kabulünden sonraki yıllarda yürütülen sendikal mücadeleler incelendiğinde görüleceği gibi demokratik anlayıştan uzak, merkeziyetçi, sendikaları çoğu durumda çaresiz bırakan ve hak kayıplarına yol açan sorunlarla birlikte çıkarıldı. Buna rağmen genişleyen yasal imkanları kullanarak ve yasaları zorlayarak mücadele geleneği sürdürüldü.

DİSK, 1967’de kuruldu ve kuruluşundan sadece üç yıl sonra, içinde CHP’li sendikacıların, Türk-İş’in ve hükümetin dahli olduğu varlık yokluk sorunuyla karşılaştı. Siyasal iktidara karşı 15-16 Haziran 1970 büyük işçi direnişi örgütlendi.

Direniş sonrası toplu sözleşmelerde yükseliş, işçilerde özgüven artışı ve sermayeye bütünsel karşı çıkış eğilimleri yükseldi. 1975 yılında toplanan 5. Genel Kurulda yönetim, DİSK’in birliğini ve büyümesini sağlayacak bir yapıda şekillendi. İşe alınan TKP’li uzmanların katkılarıyla sendikal mücadeleye yeni kavramlar getirildi. “Sınıf ve kitle sendikacılığı” sendikalara parti misyonu da yükleyen bir açılımı “demokratik merkeziyetçilik” bu sürecin hayata geçirilmesinin yöntemi olarak kullanıldı.

Kongreden 1977 sonbaharına kadar iki eğilimli bir süreç yaşandı; DİSK yeni sendikaların katılmasıyla büyüdü. DİSK’e bağlı sendikalar faşist örgütlenmelerin yuvalandıkları devlet işletmelerinde örgütlenme, faşist yayılmaya son verme mücadelesi verdi. Seydişehir, İskenderun, Tariş, Ceylanpınar ve daha pek çok yerde işçi direnişleri yaşandı. DİSK en büyük konfederasyon olma yolunda ilerliyordu. Ekonomik demokratik mücadele önemli ücret ve sosyal haklar artışlarıyla desteklenerek sürerken bir başka eğilim, siyasal bölünmüşlük şiddetlendi.

TKP’nin DİSK üzerinden etkisini genişletme, örgütleri ele geçirme, yeni sempati halkaları yaratma politikaları, DİSK’in de örgütler arasında ayrım yapması, kendi görüşünün dışındaki parti, dernek ve siyasal görüşleri politik argümanlarla dışlaması ve eleştirmesi, faşizme karşı kitlesel direnci zayıflattı, ekonomik mücadeleyi etkiledi ve bu alanda da gerilemeler yaşandı.

Özetle Türkiye işçi sınıfının sendikal mücadele gelenekleri 1947 ile 1980 arasını kapsayan bu süreçte oluştu. İşçi sınıfının siyasal hareketleri, bu mücadeleyi siyasal motifler ekleyerek etkilemeye ve yönlendirmeye çalıştı. Ancak siyasal mücadeleye kısa vadeli ve faydacı yaklaşım, sol siyasal partileri de inandıkları devrimci hedefler uğruna mücadelesini engelledi. Parti politikalarının başarısı daha kapsamlı bir incelemeye konu olabilir ancak sendikal mücadeleyi zayıflattığı gerçeği ortadadır.

ÇIKARILMASI GEREKEN SONUÇLAR

İşe, işçi sınıfının mücadelesini bölen, zayıflatan nedenleri tespit etmek ve bu zayıflıklara karşı, mücadele yolları arayarak başlanabilir. Ve ne zaman başlarsak başlayalım, tarihten gelen ağır yükleri sırtımızdan atmadan, geçmişimizle yüzleşmeden ve yanlışlarımıza karşı dürüst bir yaklaşım göstermeden atacağımız adımlar bizi sonuca götürmez. Bu iki temelden hareket ederek DİSK’in gelecek 50 yılında belirleyeceği strateji ve planların hazırlanmasına katkı amacıyla bir kaç öneride bulunmak istiyorum.

Kürt sorunu

Bugün önümüzde duran can alıcı sorunların başında Kürt ve Türk emekçileri ve sol güçlerin arasındaki ayrılık duruyor. Sendikacılar işçi sınıfı iktidarında tüm sorunların çözüleceğinden bahsedebiliyor, sosyalizmi, komünizmi anlatabiliyorlar ama Kürt meselesine geldiğinde bir tutukluk bir genelleme söylemi ortaya çıkıyor. Sorunu görebilmek için yakından başlayalım. Kürtler yıllarca kendi kimliklerini öne çıkarmadan Türk emekçileri ile aynı saflarda sendikalarda, siyasi partilerde mücadele verdiler halen de veriyorlar. Yine yakın zamana kadar Sol siyasetçiler, hitabet ve yazılarına Türk işçi sınıfı diye başlıyordu. Kürdistan yerine Kürtlerin yaşadığı kendi vatanları “doğu ve güneydoğu” diye tanımlanıyor, Kürt sorunu bir geri kalmışlık sorunu olarak görülüyordu. Bu nitelemelerin ve benzer versiyonlarının, ulus devletin kuruluş yıllarından başlayarak sürdürülen devlet retoriği ile bir uyumu, benzerliği var mı? Öncelikle bunu düşünmeliyiz.

İşçi sınıfının siyasi mücadele tarihine bakıldığında ise sorunun nereden kaynaklandığı daha açıkça görülebilir.

Ayrıntılar ortaya çıkarılmayı ve üzerinde kapsamlı bir çalışmayı gerektirse de sorunun temeli Türk komünistlerinin, Komünist Enternasyonal üyesi Türkiye Komünist Partisi’nin ve bu politikalardan etkilenen Türk Sol’unun, Kürt meselesini, feodalizmin tasfiyesi olarak kabul etmesi, kapitalizmin modernleştirici misyonu olarak görmeleridir. İstisnaları olsa da Türk Sol’u devletin, Türk milliyetçiliği temelinde Kürtlerin ana dilini yasaklayan kültür yok edişi, iskan ve katliamlarını açık olarak desteklemişti.

Türk komünistleri Kürtlerin ağır jandarma baskısına karşı en ufak direnişini emperyalizmin oyununa gelme olarak nitelemiş, emperyalizmin güdümünde kurulan kapitalist Türk ulus devletini, devletin kuruluşunda ortaya atılan “yedi düvele karşı savaş”, antiemperyalizm gibi nitelemeleri sürdürmüştü.

En küçük başkaldırısında devletin en acımasız işkence ve baskılarına maruz kalan sol, ordunun devrimciliği, devletçilik, üniter yapı, antiemperyalizm gibi Türk ulus devletinin ideolojik etkilerinden kurtulamamıştır.

Aynı şekilde, bizim kuşak komünistler ve sol hareketler Ermeni meselesiyle karşılaştığında da uzun süre bocalamış, çözümsüz, tarafsız, sözü olmayan bir tutum içinde olmuş, devletin ideolojik, politik manipülasyonlarına açık bir vaziyette kalmıştır. Komünistler, Ermeni tehcirinin ve Kürt katliamlarının sorumlularının yargılanmasını isteseydi veya İttihat Terakki Cemiyetinin başlattığı daha sonrada Kemalizmin sürdürdüğü Türkleştirme, arındırma politikalarına karşı çıksaydı, bu acı ve soylu meselelere bugün bu derece donanımsız ve duyarsız kalmaz, geçmişimizdeki dirence tutunurduk.

Dersim katliamından sonra memleketin üzerine çökertilen ölüm sessizliği, Türkiye İşçi Partisi’nin 60’ların sonuna doğru, “Doğu Mitingleriyle” kırılmaya çalışıldı. O günlerde hala, “doğu ve güneydoğuda yaşayan” veya “Kürtçe konuşan vatandaşlarımız” olarak nitelenen Kürtlerin sorunlarının gündeme getirilmesini faşist rejim, Türkiye İşçi Partisi’ni kapatmayla karşılık vermişti. Bu şiddetli tepkinin de farkına varmayan sol, bu başlangıcı devam ettirememişti, ta ki Kürtler yeniden başkaldırana kadar. Komünistler, sol, sadece baskılardan dolayı değil, çünkü baskı ve eziyetler her dönem devam etmişti; teorik ve ideolojik nedenlerle bu soruna ilgisiz kalmışlardı.

Sol, Türk milliyetçiliğinin konformizmine kapılmasaydı, bir alternatif ortaya konulmasa bile bu gün Kürt adını anmaktan bu denli korkmaz, Kürtlerin özgürlüğü ve hak mücadelesini de kendi mücadelesinin bir parçası olarak kabul edebilirdi. Sol siyasetten neşet eden bu körlük, emek mücadelesine de yansımıştı. Bu nedenle Türk işçi hareketi, Kürtler’in mücadelesine ilgisiz kalmış, faşizme karşı mücadelede en büyük müttefiki ile güçlerini birleştirmekten, ortak mücadeleden yoksun kalmıştır.

Bu nedenlerle DİSK’in, KESK’in bu gün ortaya koydukları siyasal duruş tarihe geçecek önemdedir. Ancak hepimizin malumu olduğu gibi bu duruş işçi tabanından ve sendikalardan yeterli destek görmemektedir. Bu gün Türkiye komünistlerinin, sol çevrelerin, demokratların en önemli görevi Türk, Kürt ve diğer tüm emekçi kesimlerin ortak mücadelesi için köprüler kurmak, eğitimler, konferanslar düzenlemek ve ortak mücadelenin yollarını döşemektir.

Bir olanak olarak demokrat aydınların ve akademisyenlerin adil bir barış ve demokrasi için imzaladıkları bildiriyi, işçi sınıfının yüz binlerce imza ve gösterilerle desteklemesi, faşizmin Türkiye emekçilerine koyduğu tecrit ve ambargoyu kırmak ve faşizmi geriletmek için önemli mücadele yolları açabilirdi. Bu tabu kırılırsa daha birçok yol bulunabilir.

Sermaye birikimi temelinde kurulan iktidar aygıtları muazzam ölçülerde ideolojik bilgi kurumları üretmişlerdir. Toplumların direnişlerinin ve alternatifsizliklerinin bir kaynağı da kuşkusuz sermayenin uyguladığı dizginsiz zor ve baskının yanında, aynı zamanda bu kurumların ürettiği meşrulaştırma araçlarının baştan çıkarıcı rolüdür. Günümüzün devleşen iletişim ağlarını, robotların, yapay zeka araçlarının üretime sokulduğunu bunların yanı sıra çevre, kadın, yoksulluk ve işsizliğin felaket boyutlarında sorun oluşlarını da gözlemlediğimizde toplumsal yapılanmadaki kanserleşmeyi görebiliriz.

Bu faşizmdir. Faşizm, tekelci sömürüyü gerçekleştirmek için zor’un en üst biçimidir. Başka şekilde de tanımlanabilir. Ancak bizim öğrendiğimiz klasik tanımdan daha geniş kapsamlı olduğu muhakkaktır. Ve ideolojik hegemonya olmadan faşizm sürdürülemez. Sorun en başta bu ideolojik hegemonyayı kırmak ve bu günün alternatiflerini ortaya koymak ve bu uğurda mücadeledir. Faşizme karşı mücadelede zayıflıklarımızı görebilirsek bunlara karşı direncimizi artırabiliriz. Yola güçlü çıkarız. Mücadelenin uzun süreceğini ve bu günden yarına bir şeyin değişmeyeceğini dikkate almalıyız. On yılların birikimi doğmaların, ön yargıların kısa zamanda değişmeyeceğinin bilincinde olarak davranmak, toplumun özgürlük ve demokratik alanını genişletecek stratejik ve taktik yaklaşımları bulmak, uygulamak zorundayız.

Sendikalarda yönetim ve hegemonya sorunu aşılmalıdır.

Geçmişte olduğu gibi sendikal mücadelenin yükseldiği dönemlerde de, sendikalar, siyasal partiler ve örgütlerde kıyasıya bir iktidar mücadelesi verildiği hatırlardadır. Mesele özde yönetimi yani iktidarı ele geçirme mücadelesiydi. Yönetimde olan hangi görüş ve düşünce olursa olsun işçinin, toplumun, ülkenin sorunlarını ve çözümlerini en iyi o biliyor ve bildiklerini de herkese kabul ettirmeye çalışıyordu. Yönetimde olmanın esbabı mucibesi buydu ve yönetimi ele geçirenler bu yolla toplum üzerinde bir hegemonya kuruyordu.

Oysa unuttuğumuz esas mesele sendika bir kitle örgütüydü. Farklı düşünce, gelenek, kimlik ve inançlara bağlı çalışanlar vardı. Onlara kendi düşünce yapımızı ve ideolojik yaklaşımımızı işçilere, emekçilere üstenci bir dille empoze ediyor, onları bu fikirleri kabule zorluyordu. İktidarda olanlar düşünce sistemini, sloganlarını farklı sol fraksiyon ve görüşlere de kabul ettirmeye çalışıyor, kabul etmeyenleri elindeki araçlarla cezalandırıyordu. Grevlere yaklaştırmıyor, 1 Mayıslara katılmalarını önlemeye çalışıyordu. Oysa ana çoğunluk, komünistlerin, solcuların sendikaların iktisadi, demokratik mücadele geleneklerinden gelen kararlılığını onaylıyordu. İşçi yığınlarının ve çalışanların bu siyasi ve ideolojik dayatmalara itibar etmediğini sol partilere oy vermeyerek her seçimde gösteriyordu da. Oysa biz bunları görmedik, görmek istemedik.

Bu çabaların çoğunun içi boş bir böbürlenme olduğu 12 Eylül faşist darbesiyle ortaya çıktı. Komünist, legal, illegal sol partiler bir yana cephe çağrıları yapan sendikacılar, işçileri 12 Eylül faşist darbesine karşı işçilere grevlerini koruma, ekmeğini, haklarını savunma için direnme çağrısı yapamadılar. Karşılık bulurdu veya bulmazdı belki de işçilerin ekmeğini işini koruma gücü, potansiyeli açığa çıkardı. Buna kimse cesaret edemedi, çünkü yasalar içinde verilen ücret mücadelesi farklıdır, faşist darbeye karşı mücadele farklıdır.

Bunu herkes üst perdeden konuşmasına rağmen kimse bilmiyordu. Ama yüz binlerce işçinin bir çağrımızla meydanları doldurduğuna bakarak buyurgan, üstenci, muktedir dilimiz, tavırlarımız ve politikalarımız bize dürüstçe umut bağlamış yığınlar bir yana pek çok devrimciyi üzdü, hayal kırıklığına uğrattı.

1977 1 Mayıs katliamı, 1978 16 Mart, Kahramanmaraş katliamı, her gün onlarca yurtseverin katledilmesi de körleşmeyi, ortadan kaldıramadı. Devletin sermayenin nasıl gaddarca cinayet işleyeceğine dair yeterince fikrimiz yoktu. Devleti tanımıyorduk. Faşizm üzerine çok konuşulup geldi, geliyor söylemlerine rağmen, önlem alınmadı çünkü kimse neyle karşılaşacağını bilmiyordu. Şiddete maruz kalan ve sindirilen halkın daha büyük bir şiddete, saldırıya karşı koyabilmesi için halkın aydınlatılması ve karşılaşılabilecek gelişmelerin bilinmesi gerekiyordu. Bu gereklilik bugünde geçerlidir.

Toplumu ilgilendiren meselelerde, Demokratik İşçi Meclisleri

Düzenle çıkar bağları olmayan ama düzenin ideolojik propagandalarının etkisiyle onlara oy veren milyonlarca emekçiye bir sözümüz olmayacak mı? Onların bu muazzam propaganda makinesinin etkisinden kurtulmalarını sağlayacak bir yol biliyor muyuz? Yoksa oturup iktidardan düşmelerini ya da yukardan talimatla sendikaları ele geçirmelerini ya da bir kararla devrimci sendikaları, emek örgütlerini kapatmalarını mı bekleyeceğiz.

Bu sorunlar kanunların koyduğu sınırların, yasakların dışında, fabrikalardan başlayarak, bölgelerde ve şehirlerde emekçileri, toplumu halka halka saracak, birbirinin içine geçen çemberlerden oluşacak ve giderek tüm çalışanları, emekçileri kapsayacak Demokratik İşçi Meclisleri’nin kurulması, oluşturulmasıyla çözülebilir.

Bunun için toplumda ki tüm düşünceleri önemseyen, dinleyen, emekçinin işçinin çıkarlarını gözeten, politikalarla yola çıkmak yeterlidir. Bunun için yeni bir şey icat etmemiz de gerekmiyor. Toplumdaki sıkıntıları eziyeti herkes yaşıyor. Yeter ki sorunları ve çareleri hep birlikte düşünelim ve müzakere edebilelim. Emekçilerin, çalışanların sorunlarından başlayarak oluşacak güven verici ortamlarda siyaset de, memleketin sorunları da gündeme getirilebilir.

Burada içtenlik ve dürüst yaklaşım önem kazanıyor. Geçmişe sünger çekerek, tarihte her sosyolojik topluluğun, dindarların, Kürtlerin, azınlıkların yaşadığı zorlukları, baskıları dile getirmeden ve cumhuriyetin, tek parti döneminin dilini, söylemini değiştirmeden, dürüst bir özeleştiri yapmadan karşımızdaki insanlar bize niye inansın.

Burada kendi kimliğimizle davranmak önemlidir. Bunun için dini öğrenmeye ya da dindar gibi davranmaya da gerek yok. Bunun zaten sahte bir yaklaşım olduğu kolayca anlaşılır.

Bu tartışmalar, kendisine Atatürkçü, Kemalist diyen ve yine sosyolojik bir tabanı temsil eden seküler kesimi de içine alabilir. Onlar da bir gün bu karanlık günlerin geçip, eski güzel günlere dönmenin kof hayalinden bu tartışmalara katılarak vazgeçebilirler. Bu kendini değiştirme ve dönüştürme ancak böyle demokratik tartışma, görüşme ortamında gerçekleşebilir ve bu değişim ve dönüşüm herkesin olduğu gibi bizim için de geçerlidir.

Burada solculara, hangi çizgide olursa olsun komünistlere, sosyalistlere çok büyük görevler düşüyor. Bu demokratik meclislerde ve ortamlarda kendi yoldaşlarımızı ikna ederken kullandığımız argümanlar yeterli olmayabilir. Burada olmaması gereken tek şey, zorbalık ve üstenciliktir. Tüm fabrikayı, çalışanları, ahlaki ve demokratik bir yöntemle birleştirebilir, tüm sorunları birlikte müzakere edebilir, politikalar belirleyebilir ve kararlar oluşturabiliriz. Demokratik siyaset demokratik ortamın varlığına bağlıdır.

Toplumun tüm farklılıklarına saygılı yaklaşım, Farklılık temelinde eşitlik ve uzlaşı gereği, Siyasi cesaret, Ahlaki öncelik, Konulara hakimiyet, tarih ve güncellik bilinci, Bütünsel, bilimsel yaklaşım demokratik siyasetin özellikleri olarak sıralanabilir.

Bu demokratik oluşumlar kapitalizmin bize unutturduğu dayanışma, yardımlaşma, israftan kaçınma, karşısındakinin acısını paylaşma gibi duyguları yeniden hatırlamamızı ve hayatımıza sokmamızı sağlayabilir.

Geçmişte zaman zaman partiler ve siyasal hareketler arasında birlikler doğuyor, ortak hareketler gelişebiliyordu. Sözgelimi TKP ile TİP arasında ortaya çıkan çatışma ve daha sonra oluşan birlik izahı zor süreçlerdi ve tepedeki hegemonya savaşlarından doğuyordu. Keza ortaya atılan “cephe” çağrıları toplumu birleştiren değil ayrıştıran militarist kökenden sözlüğümüze girmiş kavramlardı. Genellikle tepede olan bitenden çalışanların haberi yoktu, olsa da onun katılımını kimse istemiyordu. Demokratik süreçler oluşurken böyle uzlaşılar ve birliktelikler olabilir ancak bu tartışmalar toplum önünde, demokrasi ve eşitlik temelinde yapılabilir ve bir başka düşüncenin aleyhinde ve onu alt etme amacı gütmemelidir.

Gerçek birlik ve beraberlik her düşüncenin kendini en iyi ifade edebileceği ortamlarda ve herkesin katkı ve katılımıyla alınan kararlarla oluşur. Bu meclislerde ortaya çıkan düşünceler halka halka bu toplumun her üyesinin bağlı olduğu siyasi partileri etkileyebilir. Partilerin, giderek iktidarların keyfi, toplumun aleyhine kararlar almasını zorlaştırabilir. Bilinçli, kendinin ve toplumun çıkarını birlikte kollayan ve koruyan bir kültür doğabilir. Kapitalizmin ve faşizmin topluma unutturduğu, toplumu sindirdiği ideolojilerden kurtulmanın bir yolu bu olabilir. Faşizmin kitle tabanı edinmesinin önü ancak tabanda yaratılan demokratik toplumsal yapıların örülmesi ve meydana getirilmesiyle mümkündür.

İşsizlik

Emek mücadelesinde, en önemli zayıflıklarımızın başında işçi sınıfının parçalanmış olması gelmektedir. Sermaye ve devlet tekeli, işçileri, örgütsel, ideolojik, ekonomik çıkarlar temelinde bölüp parçalayarak kendi rejimini sürdürmüştür ve bu durum ağırlaşarak devam etmektedir. En az önemsenen ama en hayati olandan başlarsak sermaye ve devlet çalışanları işçi, işsiz olarak bölmüştür. Bu gün işi olan yarın işsiz kalabilir. İşsiz insan artık bir nesne, bir sayı haline getirilmiştir. Sermayenin alan dışına ittiği işsizler, önce sendikaların üye sayısından düşülüyor, sendika dışına itiliyor. Sendikacıların içi boş söylemlerinin malzemesi olma dışında unutuluyor, kendi kaderine terk ediliyor.

Tarihimizde sendikalar, işsizliğe böyle duyarsız kalmamış, mitingler, Ankara’da meclise yürüyüşler düzenleyerek işsizliğe çare arama girişimlerinde bulunmuşlardı. Sonraları işsizlik, kapitalizmin bir gereği gibi kabul edilip mücadele gündeminden çıkarıldı. İşsizlik sorunu sendikal mücadelenin ayrılmaz bir parçası haline getirilmelidir.

Bir çırpıda parçalara ayrılmış statülerin bazılarını sayabiliriz. Taşeron işçisi, vasıflı, vasıfsız, büro işçisi, beyaz yakalılar, kamu işçisi, 4b, 4c, memur. Bu statü ve farklılıkları devlet büyük bir titizlikle koruyor. Tekel işçilerinin aylarca süren direnişi ve sonuçları ortadadır. Özelleştirmelere kadar kamu işçisi, olan bitene seyirciydi. Her grup kendi çıkarı için mücadele veriyor. Kimin canı yanıyorsa bağırıyor, dayanışma istiyor. Devletin hizmetini gördürdüğü ve 657 ile koruyup kolladığı memurların on binlercesini faşist rejim bir kararla her tür hak mağduriyeti ile birlikte kapı önüne koydu. Toplu sözleşme yapabilen yüzde beş azınlık elindekileri kaybetmemenin mücadelesini veriyor ancak grevler bir kararla yasaklanıyor. Örnek çok. Durum vahim ve bu parçalılığa karşı en basit mantıkla, işçi sınıfının birliğinin bir çıkış yolu olabileceği önerilebilir ama sorun o kadar basit değil.

Sendikalarda yönetim ve iktidar mücadelesi sorunu aşılabilir?

Devlet veya sendika her yerde iktidar aynı zamanda hegemonya demektir. Kanunlar bu yapıyı kurmuş ve düzenlemiştir. Kanun sınırları içinde bu sorun çözülemez. Sendikalar, sendika temsilcileri ve delege sistemleri ile baştakilerin, yönetimlerin sağlam bir kalesi haline getirilmiştir. Bunu göz önünde tutmak zorundayız. Kanunlarla oluşturulmuş bu düzeni aşacak kurumlar bulmalıyız.

Geçmişte, işçilerin mücadeleye katılması, kendi kararlarını almaları için sendikal demokrasiye önem veren mücadeleci sendikalar, sendika temsilcileri ve delegelerini seçimle belirleme, grev oylaması, toplu sözleşmenin imzalanması gibi konularda temsili demokrasinin araçlarını kullanmıştı. Ancak doğrudan demokrasiye, işçilerin doğrudan katılımına yönelen eğilimler de bastırılmış, merkezin denetimine bağlanmıştı. Birçok alanda sıkıştığımızda kanuna sığındığımızı hatırlayalım.

Yasalara, yönetmeliklere fiili müdahale

Sendikaların bölünmesi, işçilerin parçalara ayrılmasının aracı, kanunlar ve yönetmeliklerdir.  Söz gelimi işkolları yönetmeliğine göre hali hazırda, bir tekstil fabrikasında farklı mesleklerde olan işçiler aynı sendikaya üye olabiliyor. Ama bir organize sanayi bölgesinde, metal, tekstil, kimya, hizmet, nakliye alanında kurulu onar, on beşer işçi çalıştıran işletmelerde çalışanlar ayrı sendikalara üye olmak zorunda bırakılıyor. Bu da bu sistem içinde örgütsüzlük ve sendikasızlık demektir. Sistem mükemmel işliyor. Yasa böyle yapılmış.

Burada var olan her tür imkandan yararlanarak, Serbest Bölge, Organize Bölge Sendikaları kurmak, bunları aynı bölgede Şehir Sendikaları olarak veya işçi birlikleri halinde bir araya getirmek, sistemi zorlayıcı bir yapı haline gelebilir. Oluşacak işçi meclisleri ve bu meclislerde tüm işçilerin demokratik temelde katılımıyla alınacak kararlarla bu yapılar kurulabilir. Adı ve biçimi ortaklaşa belirlenebilir. Parası, imkanı olan sendikalar, ortak komisyonlar kurma, maddi ve hukuksal yardım yapma yönünde zorlanabilir. Kanun değişikliği önergeleri verilmesi doğrultusunda siyasi partilerin desteğini alma yolları denenebilir.

Geçmiş yıllarda Devrimci Sağlık-İş sendikasının işçilerin mücadelesiyle yasal sınırları zorlayarak taşeronlaşmaya karşı elde ettiği kazanımlar, Tersane, işçilerinin iş cinayetlerini önleme ve örgütlenme mücadeleleri, İnşaat işçilerinin iş cinayetlerine karşı, iş güvencesi, sigorta hakkı ve örgütlenme için kurdukları derneklerin sendikaya dönüştürülmesi esinleyici örneklerdir. Yasaların içinde, sermayenin izin verdiği çerçeveden çıkamazsak sendikacılık belki bitmez ama bu günkü halinden kurtulamaz. Bu konuda yedi işkolu enternasyonali’nin tek bir sendika çatısı altında ve ortak mücadele kararında birleşmeleri de önemli bir uluslararası destektir.

Ana koşul, mücadele

Eğer bu çabalar sözde kalır ve mücadele edilmezse, bu mücadelenin gerektirdiği bedeller göze alınmazsa her şey havada kalmaya mahkumdur. Türkiye’de Sol’un tarihi mücadelelerle ve acılarla doludur. Komünist ve Sol Partilerin, politikaları ne olursa olsun onu sorgulamadan inançları uğruna mücadeleye atılan insanların ölümlerle, işkence ve zindanlarla hayatlarını hiçe sayarak direnmeleri, emek tarihimizin onur sayfalarında yerini almıştır.

Vedat Türkali’nin Güven romanında anlattığı isimsiz komünistler, vurulan, işkencelerde öldürülen devrimciler, 16 Haziran’da, direnişlerde polis kurşunlarıyla vurulan emekçiler ve faşist katillerce vurulan işçi sınıfı önderi Kemal Türkler’in anıları hafızalarımızda yerini koruyacaktır. 12 Eylül faşist cuntasının öldürdüğü, işkencelerle öldürerek kaybettiği devrimcilerin yakınlarının sürdürdüğü Cumartesi Annelerinin direnci mücadelelerin esin kaynağıdır.

Komünistler, solcular emek mücadelesinde büyük fedakarlıklar göstermişlerdir. Sekiz ay süren Maden-İş grevlerinin yükünü taşıyanlar, mücadelenin en önünde olmuşlar ve işçilerin güvenini, takdirini kazanmışlardı. Komünist, partili, partisiz, dindar, alevi, Kürt,farklı inançtan, kimlikten düşünceden işçilerin mücadelesi işçi ve emek hareketinin tarihidir. Bu tarih bugün ve bundan sonraki mücadelelerde ders çıkarılmak ve sermayenin, devletin baskı ve dayatmalarına karşı emeğin alternatifleri olarak örnek alınmak üzere yazılmalıdır.

Bu gün fabrikalarda, işletmelerde demokratik, ahlaki, karşılıklı saygı ve toplumun ortak çıkar ve idealleri için bir birliktelik sağlanabilirse, faşizmin kitle tabanı daraltılabilir, demokratik, ahlaki toplumun temelleri atılabilir.

* (TKP’li sendikacı, 12 Eylül 1980 öncesi DİSK / T.Maden İş Sendikası eski merkez Yürütme Kurulu Üyesi Halit ERDEM’in 28-29 Ekim 2017 tarihlerinde İstanbul’da toplanan “EMEK TARİHİ KONFERANSLARI-III / TÜRKİYE İŞÇİ SINIFI TARİHİNE ELEŞTİREL BAKIŞLAR 1923-1980” Konferansına sunduğu tebliğin yazarı tarafından kısaltılmış metnidir.)


Konuyla ilişkili diğer makaleler