Yakın Bir Geziden, AFYON’UN GÖZLERİ

Yakın Bir Geziden, AFYON’UN GÖZLERİ

Gece yolculuklarında uyuyamıyorum bir türlü. Başımı koltuğa yaslayıp, gözlerimi kapattığımda düşüncelerim beni hoyratça sıkıştırıyor, bir film şeridi gibi çözüm bekleyen sorunların ortasına bırakıyordu. Yine uyuyamadığım bu gece yolculuğunda düşüncelerimi dikkate almamaya çabaladıysam da yapabileceğim bir şey yoktu. Kafamın içindekilerle uykunun amansız kavgası bedenimin bütün ağırlığını gözkapaklarıma yüklediği bir gece yarısı indim Afyon Garına.

Banklarda insanlar oturuyordu. Kimileri küçük guruplar halinde gevezelik ediyordu… Bir karaltı gibi yanlarından geçip gar bekleme salonuna girdim. Koltuklarda uyuyanlar vardı. Benim gibi şehre ilk gelenler olmalıydı. Sabahı bekleyip şehrin yaşamına adım atmanın yollarını arayacaklardı belki.
Garda rast gele dolaşmaya başladım. Şehre doğru uzanan ağaçlıklı yol ıpıssızdı. Davranışlarımın bir amacı yoktu. Yol boyunca uzanan üçgen parkın sonuna kadar yürüdüm. Sonra tekrar geriye döndüm. Gözlerim cılız bir ampulle aydınlanan yıpranmış yaşlı gar binasında gezindi. Asırlık geçmişindeki izlerle sanki bana bir şeyler anlatmak istiyordu. Duvara yaklaştım, sorgulayan bakışlarla yürüdüm izlerin götürdüğü yere…

Birden bir koşuşturma başladı. Kahverengi kasketini düşüren asker anlayamadığım dilden konuşuyordu. Panikle başını hızla sağa sola çeviriyor, korku ve yardım isteyen gözlerle gideceği yönü belirlemeye çalışıyordu… Adı Stefanos’tu. Aklını yitirmişti sanki. Atalarının toprakları denilerek getirilmişti buralara. Hıdırlık sırtlarında uğradıkları bozgunla ne yapacağını bilmez halde, ilk gelen katarla canını kurtaracağını umuyordu… Duvardaki izler gittikçe derinleşiyor, gizlediği öyküsünü dışa vurmanın sevinciyle ha bire anlatıyordu. Bu tarihi izlerin büyüsüyle kendimden geçmişken, sağ omzuma çarpan basınçlı bir darbenin uyarısıyla döndüm günümüze. Gözyaşı, bomba sesleri, işgal, insan ölülerini duvardaki yaşlı izlerde bırakarak; binanın sonundan sola dönüp, vagonların yanaştığı bölümde boş bir banka oturdum. Gecenin yabancı siluetlerini inceledim bir süre. Gözlerim gittikçe ağırlaştı… Yaşamımın yarısından çoğunu arkada bırakmışken, hayat denilen rüzgarın sürüklediği yerde, yarı uykulu geçmişimin resimlerine benzeyen yapıları arıyordum… İnsan ilk gittiği yerin önce ön yüzünü görür. Sonra caddeler, sokaklar boyunca yeni yollar bulur. Her yol yeni bir yaşam, öğrenmenin kapısıdır. Sabahın ilk ışıklarıyla böyle bir kapıyı bulacağım umuduyla, ılık gecenin uykusuna yenik düştüm…

Güneş içime işleyen rengiyle yüzünü gösterdi çatının ucundan. Kapkara kent gözünü açtı. Trenin gelmesini bekleyen tek tük yolcular, taşıt sesleri, eğreti duran banklar… Ayağımın uyuşmasına aldırmadan kalktım. Duvardaki izlere baktım tekrar. Bağımsızlık Savaşının imleri gibiydiler dün gece. Güneşle birlikte silikleşmiş, düz sıradan dilsiz bir duvara dönüşmüştü… Garın şehre bakan bölümüne yürüdüm. Yol boyunca uzanan parkın sonradan eklenmiş yeşillikleri, ağacı gölgesi bol çimen demetleri güneşin sabah görselliğiyle insana ferahlık veriyordu… Görevliler yolculardan daha kalabalıktı. Yeni vardiyada çalışacaklar araçlarını özenle park edip ağır adımlarla görev yerlerine gidiyorlardı. Kocaman, umut dolu genç bir ülkenin geleceği, kolektif çabanın kamusal simgelerinden biri olabilecek tren garları, serbesti denen ekonomik modelle tekleyen bir motora dönüşmüştü… Garı çevreleyen ve ray boyunca yer yer yıpranmış bakımsız binalar, takoz ve beton yığınları uzaktan terk edilmiş bir yer görünümü veriyordu. Garın bu görünümü bir süre kovaladı beni. Şehre uzanan yolda ilerledikçe peşimi bıraktı sonra. Kalabalığın ve yoğun trafiğin arasına karıştıkça tekrar yalnızlığımı duyumsadım, hüzünlendim… Şu kalabalığın, dönemeçte nöbet tutan haşhaş heykelinin, akıp giden taşıtların ritmine uyan insanların arasında yönümü bulma çabasındayken duyumsadım yalnızlığımı… Araçlar ne kadar çok… İnsanlar ve buğday başaklarından da çok… Bu akıl almaz hızda, bu kalabalıkta yine yalnızdım ey kent, ey insanlar, dostlarım!.. Duyuyor musunuz sesimi?.. Sesim çıkmıyor. Sesimi kendim bile duymuyorum. Terk edilmiş bir köyün kısır topraklarındaki bir kuyudan seslenir gibiyim… Bütün dünyayı dev bir sarmaşık gibi saran Otomotiv ve Petro-Kimya tröstlerinin dayatmalarıyla oluşan bu durum, her satılan araç ve petrolle yaşamı karartıyor, gözümüzü kör ediyor, boynunu büküyor tren garlarının… Çığlık değil, dikkat edilmezse bağırtı bile değil. Bu hengamede dudaklarımı bile aralayamıyorum. Nasıl duyulsun sesim? Hem duyulsa ne olacak!.. Yalnızlık ve hüzün bırakın beni. Bırakın, bir gün de gülen yüzümle dertsiz, mutlu yüreğimle karışayım şu kalabalığa. Onlardan biri olayım… Başımdaki hüzün, sonsuza kadar arkadaşım olan yalnızlık, ey hiç bitmeyen acılar bırakın beni…

“Kaleyi mi sordun abi? Bu yolu takip et, biraz sonra görürsün!..”

Yol boyunca bütün ayrıntılara dikkat ediyorum. İlanlar, esnaf dükkanları, alışveriş merkezleri… En çok lokum ve sucuk vitrinleri takılıyor gözüme. Mermer ve kaplıca kenti olduğunu da işitmiştim. Ara caddelerden yürüyerek bir üst yola geçtim. Yoğunluk ve bozuk yollar nedeniyle yayalardan daha ağır ilerleyen otomobillerin önünden geçerek, küçük tarihi bir caminin bulunduğu kavşak noktasına geldim. Bakımsız yollara ve kaldırımlara rağmen modern yapılar yükseliyordu. Kavşağı geçince kaleyi gördüm… Caddenin renk cümbüşü binalarının arasından yükseğe tünemiş kartal gözüyle bakıyordu sanki şehre. Tekrar tekrar bakıyorum. Her bakışımda farklı bir anlam çıkarmayı umuyorum…1920’li yıllarda sonradan ‘Kadro’ adıyla anılacak dergide  Kemalist ideolog olma iddiasıyla Türkiye Komünist Partisi’ni arkadan hançerleyen ‘ablak suratlı’ yöneticisinin bu şehrin hapishanesinde kaldığını anımsadım. Sonra Ali Çetinkaya resmi. Bağımsızlık denilen savaşın tescilli celladının adı bir kahraman edasıyla her köşe başına kazınmış… Bunlar mı bu şehri böyle gösteren. Bir zamanlar Ermenilerin yoğun yaşadığı bu kentin, milliyetçilik üzerinden yeniden yazılmaya çalışılan tarihini eskil kalıntılar dikkatli bakışlara ayan beyan anlatıyor.
İlerleyen sabah güneşi kaleye dönüktü. Doruğunda sıralanan burçları sabah ışığın da katkısıyla dans eden kızlara benzettim. İnce uzun ellerini gökyüzüne uzatıyorlardı… O anda kaleye çıkmaya karar verdim. Uykusuzluk ve yorgunluğumu yenecek, sorularımı en yüksek yerinden soracaktım şehre.
Türkülere konu olmuş şehrin göbeğindeki çıkıntı: Sabahın köründe ter kokan mermer işçisini, termal çalışanının çekingen böbürlenmesini, kesimhane ve sucuk tezgahında çalışanın ekşimiş kokularını, lokum saran ellerin belki de hiç oje görmemiş parmaklarını anlatabilir misin bana… Yol boyunca süren reklam tabelalarını, bunca lüks aracı, bankalar önündeki kalabalıkları, tarım arazileri üzerinde yükselen dev yapıları anlatabilir misin? Sabahın köründe bütün otobüsler kadın dolu. Erkeklerin bile sırtı kabarmış, önleri düşmüş… Şehri her gün yeniden üretenlerin neden yüzü asık, boynu bükük, neden yüzleri yangın yemiş tepelere benzer…
Anlatabilir misin bana…

(Devamı edecek)


Konuyla ilişkili diğer makaleler