14 Mayıs Seçimlerinin Devrimci İçeriği

14 Mayıs Seçimlerinin Devrimci İçeriği

Bu yazı yayınlandığı zaman seçimlere sayılı günler kalmış olacak. Ben yazıyı yazdığım sırada bazı ipuçları bu seçim sürecinin beklenmedik gelişmeler gebe olduğunu gösteriyor. Kanlı ve kirli bir doğum olacak mı, bilmiyoruz. Ama ihtimalleri görüyor ve herkesi bu ihtimallere karşı hazırlıklı olmaya çağırıyoruz. Belki siz bu yazıyı okurken olanlar olmuş olacak, belki de iktidar kaos yaratmayı göze alamayacak.

Devletin ciğerini bilen, onun içinden çıkıp ifşaatta bulunan ve kendilerine “suç örgütü lideri” denilen kişiler şu uyarıda bulunuyorlar: Seçimin yapılacağı 14 Mayıs gününe kadar sokağa çıkmayın, ama sandıklar açılıp oylar sayılmaya başladığı andan itibaren alanları doldurun. Tuhaf bir durum ve ironidir bu. Çünkü suç dünyasından ve suçlu devletin derinlerinden gelen bu insanlar, tıpkı birer “devrimci” gibi konuşmaktalar. Neredeyse Lenin’in “dün erkendi, yarın geç” diyerek ayaklanmanın tarihini saptadığı konuşmayı “orada dinlemiş” gibiler. Onlar böyle konuşurken devrimci bildiklerimizin seçim gününe kadar tek bir cephede toplanarak adaylarını tek listede oya sunmak yerine Yeşil Sol Parti’yle “rekabet” etmesini “seçim gecesine” dair ise tek kelime etmemesini nasıl yorumlamalı? “Parlamentarizmin ve legalizmin” etkisiyle mi açıklamalı? Okur buna kendisi karar versin.

Bölgesel devrimci durum olgunlaşıyor 

Kürdistan uzun yıllardan beri devrimci durumun gitgelli bir süreç içinde yaşadığı coğrafyadır. Eğer Kürdistan “deniz aşırı sömürge” olsaydı, pek çok sömürge gibi çoktan özgürlüğüne kavuşmuş olurdu. İlk bakışta Bakur Kürdistan bir “iç sömürge” gibi görünmese de, dört parça Kürdistan’ın dört devletle kuşatılmış bir “iç sömürge” olduğu açık bir gerçektir. Bu dört parça Kürdistan’ın hala sömürge statüsünden kurtulamaması, yalnız dört parçaya bölünmüş olmasından, bir türlü ulusal birliğini gerçekleştirememiş olmasından değil, bölgenin en güçlü ordularına sahip dört devletin kuşatması altında olmasındandır. Özellikle Türkiye, İran ve Irak uzun zaman CENTO denilen emperyalist ittifakta güçlerini birleştirerek Kürdistan’ı esaret altında tuttular. Bunlardan Türkiye ayrıca NATO ittifakının gücüne dayanarak en büyük nüfusa sahip Bakur’da hegemonya kurdu. Dört parçada “ulusal birliğin” kurulamaması, buna karşılık birbirlerine rakip dört devletin Kürdistan’a karşı daima güçlerini birleştirmesi Kürdistan’ın özgürlüğünü önledi.

Bugün durum değişmiştir. Kürdistan’ın dört parçasında artık Kürt halkı “eskiden olduğu gibi yaşamak istememekte ve dört parçanın içinde yer aldığı dört devletin egemen güçleri de eskiden olduğu gibi Kürdistan’ı ‘sömürgeci işbirliği’ ile yönetememektedirler.” Bu devrimci durumun “bölgesel karaktere” büründüğünü gösterir.  Dört devlet krizdedir ve dört parçada halk ayaklanmanın farklı evrelerini birbirlerini etkileyerek yaşamaktadır. “Bölgesel devrimci durum” “bölgesel devrimin” habercisidir. Artık “tek parçada ulusal devrim” döneminden, yalnız “dört parçada devrime” de değil, bu parçaların içinde yer aldığı “dört devlette devrim” sürecine geçilmekte olduğunun da göstergesidir. 

Demek ki, Türkiye’de sosyo-politik somut durumu sadece Türkiye sınırları içindeki olgularla değil, çok daha geniş bir açıdan, tüm Ortadoğu’daki olgularla ele almak gerekir. Ortadoğu çapındaki bölgesel gelişmeleri de içinden geçtiğimiz “Üçüncü Dünya Savaşının” koşulları içinde ele almak gerekir. Emperyalist zincirin zayıf halkası “tek bir ülke” değildir, zayıf halka dört parça Kürdistan’ın içinde yer aldığı ve Ortadoğu’nun merkezini oluşturan dört devlettir.

Kürt özgürlük hareketinin öncülüğünde verilen mücadele kesintisiz yarım yüzyıl içinde tüm bölgede devrimci durumun mayalanmasını sağlayan sübjektif faktördür.

Türkiye’de devrimci duruma dönüşecek bir ortam var 

Günümüzde devrimci sürecin “merkezi” dört parçanın içinde yer aldığı devletlerin “metropolleri” değil, Kürdistan’ın bütünüdür. Bu açıdan bakıldığında devrimci süreç bu devletlerde eşitsiz gelişme eğiliminden, giderek tüm metropolleri içine alan bir karaktere bürünmektedir. Bu eğilim, göçe zorlamalar sonucunda Türkiye’nin metropollerinde diğer parçalara göre kendini daha açık gösteriyor.

Metropollerdeki milyonlarca Kürt işçi ve emekçi Kürdistan’da süregiden devrimci durumun iletkenleridir. Metropollerdeki Türk emekçilerinin “eskiden olduğu gibi yaşamak istememelerini” işte bu bilinçli ve örgütlü Kürt nüfus devrimci bir karaktere büründürüyor. Durgun Türk emekçi sınıfında mücadele potansiyeli büyüyor. Kürt, Türk emekçilerinin sınıf bilinci gelişiyor. Bu aynı zamanda Türk egemenlerinin de eskiden olduğu gibi yönetemediği koşullarda Türkiye’de “devrimci duruma dönüşecek bir ortamı” hızla olgunlaştırıyor.

Seçimin taşıdığı önem nedeniyle şu sıralarda muhalif kitlelerde parlamenter beklentiler, söz konusu somut durumun bilince çıkmasını kaçınılmaz olarak engelliyor. Bunda yalnız Millet İttifakı partilerinin yaydığı aşırı iyimser hava değil, kimi sol çevrelerdeki parlamentarist ve legalist eğilimler de rol oynuyor. 

Legal kitlesel sol ittifakın bütün güçleriyle seçim çalışmalarına yoğunlaşması ve seçmenlerde seçim zaferine inancı pekiştirmek için çaba harcaması, işçi sınıfının ve halkın politik bilinç bakımından örgütsüz ve geri kesimlerinde “korku” yaratmamak için devrimci imkanları ve karşı devrimci tehlikeleri vurgulamaktan kaçınması anlaşılır bir durumdur. Buna karşılık bu ittifakın içinde yer alan Türk ve Kürt sosyalistlerinin bu havaya ayak uydurması kabul edilemez.

Devrimler insanlık tarihinde istisnadır. Devrimci sosyalizm bu istisnai ihtimallerin en küçük belirtisini, örneğin “restorasyon” ihtimali yüzde doksan dokuz, “devrimci değişim” ihtimali yüzde bir olsa bile, değerlendirmek, strateji ve taktiğini bu yüzde birlik ihtimali gerçeklik haline getirmeye göre hazırlanmak göreviyle karşı karşıyadır. Elbette reformları küçümsemek söz konusu olamaz. Ama bilmek gerekir ki demokratik reformlar, eğer devrimci sürecin “yan ürünleri” ise demokratik olurlar, eğer devletin yukarıdan reformları ise devrimci süreci baskılamak amaçlı karşı-devrimci karakter taşırlar.

Kürdistan’dan esen devrimci rüzgar, metropollerdeki kitlelerin üstündeki ölü toprağını kaldırıyor. Türkiye tarihinde emekçi halk kitleleri şimdiye kadar yaşamadıkları ağır bir krizin altındadır ve kulakları sosyalistlerin çağrılarına açıktır.

14 Mayıs seçimleri devrimci sonuçlara gebedir 

Erdoğan rejimi “kazanamayacağı seçimi yapmaz” diyenler sanki yanılmış gibi görünüyorlar. Ama bu, sadece bir görünüştür. Bu düşünce özünde doğrudur. Eğer amansız kriz deprem felaketi ve bu felakette devletin iflas etmesi gibi bir olguyla birleşmeseydi, Erdoğan “kazanacağı seçimi zaten yapacaktı.” Deprem öncesinde ilan edilen seçim, depremden önce gerçekleşseydi, Erdoğan büyük olasılıkla kazanacaktı. Deprem “erken seçim” oyununu bozdu. “Erdoğan kazanamayacağı seçimi” yapmak zorunda kaldı.

Şimdi mecbur olduğu seçimi parlamenter ve barışçı olmayan yollardan kazanmanın hazırlığı içindedir.

Şurası çok açık. Eğer seçim, sonucu belirlemeyecek ölçüde hırsızlık ve baskılar söz konusu olsa bile, normal denebilecek koşullarda yapılırsa Erdoğan ve partisi kesinlikle kaybedecektir. MHP kesinlikle baraj altında kalacaktır. Kılıçdaroğlu açık ara kazanacak, Yeşil Sol Parti en az yüz vekille parlamentoya girecek, TBMM’de anayasa yapmaya elverecek bir çoğunluk bu sayede oluşacaktır.

Seçime çok az zaman kala biz bu “ihtimali” mi vurgulamalıyız, yoksa rejimin bu seçimi hayat memat meselesi sayarak karşı devrimci bir saldırıya geçebileceği ihtimalini mi vurgulamalıyız?

Seçimi kazanmak için elden gelen yapılıyor. Hem sistem partileri, hem de gerçek muhalif güçler kendi aralarında birleşti. Var güçle çalışmaktalar. Şimdi yapılması gereken, “Erdoğan rejiminin daha şimdiden kaybettiğini, rejimin ise seçim öncesinde ortaya çıkan bu halk iradesini gasp etmeye hazırlandığını, tüm muhalefetin buna karşı koyacağını ilan etmektir”. Kimileri böyle bir açıklamanın, halkı “korkutacağını” sanmakta. Oysa görev tehlikeleri söylemekten kaçınmak değil, halka “iradesini savunma cesareti” aşılamaktır.

Gerçek durum şudur: Erdoğan bir tarafına MHP, BBP ve Hüdapar’ı almıştır. Hepsi müseccel katil sürüsüdür.  Diğer tarafında Mafya yer almıştır. Devletin Ergenekoncu kanadı müttefikidir. Uluslararasında, sultanların hükmettiği Katar, Suudi Arabistan ve oligarkların Rusya’sı bulunmaktadır. Erbakan’ın oğlunu saymayalım. Bu bir “seçim ittifakı” değildir. Bu halka karşı bir savaş ittifakıdır. Akar “vur de vuralım, öl de ölelim” diye bağıranlara, “bunun sırası gelecek” demiştir.

Bu ittifak büyük olasılıkla seçim öncesinde tıpkı bizim gibi sokağa çıkmayacaktır. Haziran ile 1 Kasım arasındakine benzer bir devlet terörü estiremeyecektir. Umarım yanılmam. Çünkü bu defa karşısında devlette karşılığı olan bir “sistem içi ittifak” vardır. O zamanlar ekonomisi batmamıştı, seçmen tabanı erimemişti, henüz uluslararası arenada böyle tecrit olmamıştı Devlete egemendi. Bugün artık bütün bu alanlarda zayıflamıştır. Devlet terörü bumerang gibi onu vurur. Ne Rojava’ya ne de Yunanistan’a göstermelik sataşmalar dışında stratejik bir saldırıya geçebilecek imkanları tüketmiştir. O halde seçimleri bu yöntemlerle kazanma imkanı yoktur.

Ancak…

Erdoğan rejimi seçim gününe değil, sandıkların açıldığı, oyların sayıldığı geceye hazırlanmaktadır.

 Yüksek Seçim Kurulu “sivil darbe cuntasıdır.” 

Emir komuta zinciri içindeki askeri darbelere kim karar verir ve darbeyi kim yapar? Eğer cunta aynı zamanda Genel Kurmay ise darbeye üç kuvvet komutanı ile Genel Kurmay Başkanı, onların karargah subayları karar verir, darbeyi onlar yapar. Sayıları taş çatlasa on onbeş kişidir. Hiç kuşkusuz darbe öncesinde MİT’in, Emniyet’in, Jandarmanın ve elbette bir “dış gücün” desteğini almak için gerekli hazırlıkları da yaparlar. Sonuçta darbe böyle bir grubun marifetidir.

Seçimlerin eşiğinde böyle bir darbe olabilir mi? Bunun şu an için somut hiçbir belirtisi yoktur. Ama buna karşılık bir “sivil darbe”nin bütün belirtileri vardır. Bu sivil darbenin cuntası Yüksek Seçim Kurulu’dur. Başkanı ve üyeleri Erdoğan tarafından tayin edilmiştir. Yolsuzluk yapabilmek için Sayıştay’ın başına getirilen kişinin kardeşi, seçim yolsuzluğu yapabilmek için YSK’nın başkanlığına getirilmiştir. Sivil darbenin bütün hazırlıkları yapılmıştır. Askeri darbe gerçekleştiği zaman nasıl ona itiraz hakkı fiilen yoksa, hiçbir yargı organına itiraz edilemiyorsa, çünkü Anayasa ilga edilmiş ise, YSK’nın sivil darbesi gerçekleştiği zaman da ona itiraz hakkı Anayasayı kaldırmayı bile gerektirmeden, bizzat Anayasa tarafından imkansız kılınmıştır. “Adam kazandı” dediği anda bu karara hiçbir yargı organında itiraz edilemez. Kararı kesindir. Askeri darbe Anayasayı yürürlükten kaldırarak itirazları imkansız kılarken, YSK anayasanın kendisine verdiği yetkiyi kullanarak her türlü itirazı imkansız kılar.

Seçim gecesi şöyle olacaktır: Seçim sonuçlarını Anadolu Ajansı AKP’nin merkezinden aldığı bilgilere göre verecektir. Bir başka ajans seçim için örgütlenmemiştir. AA, “Erdoğan’ın kazandığına” dair yalan bilgilere darbenin psikolojik ortamını hazırlayacak ve YSK da bu hazırlanan ortamda sunucu açıklayacaktır: Adam kazandı.

Erdoğan’ın seçim planı bu kadar basittir. 

Bu riski sıfır olan bir darbe planıdır. YSK’nın bir avuç AKP’li üyesi eğer içlerinde derin bir ayrışma yoksa, kaybeden Erdoğan’ı kazanmış gibi Başkan ilan edebilirler ve o anda Erdoğan otomatik olarak Başkanlık koltuğuna oturur. Kendisini oraya oturtan YSK üyelerini de korur. Yani “YSK cuntası” için bu durumda, en az Erdoğan’ın başkanlığı boyunca en küçük bir risk yoktur.

Millet İttifakının verdiği sözlere rağmen, Erdoğan halkın baskısıyla yargılanma riski karşısında bu risksiz sivil darbeyi niçin tercih etmesin?

Sivil darbe nasıl önlenir? 

Sivil darbe seçim güvenliği önlemleriyle elbette “zorlaştırılır.” Ama önlenemez.  Sonuçta darbe YSK üyelerinin gözlerini karartmasına bağlıdır. O halde darbe nasıl önlenir?

Millet İttifakı ile Emek ve Özgürlük İttifakının yapacağı işbirliği ile…

O gece ister sivil darbe hazırlığı olsun ister olmasın, bu iki ittifak seçmenlerini, daha şimdiden kazanmış oldukları seçim zaferini kutlamak üzere bütün şehirlerde ve ilçelerde, özellikle de Ankara’da YSK’nın önünde alanları çağırır. Seçim zaferi havai fişeklerle, davul zurnalarla, halaylarla, horonlarla kutlanmaya başlanır.

Alanlara muhalefetin seçim sonuçlarıyla ilgili verilerinin yayınlandığı dev ekranlar kurulur. Her yeni bilgi ekranlara yansıdığında, Kılıçdaroğlu’nun yüzde elliyi, Yeşil Sol Parti’nin yüzde onbeşi geçtiği veriler duyurulduğunda yüzbinlerce insan sloganlarla YSK’nın camlarını titretir. AA’nın gecikmeli ya da yalan verileri duyulduğunda protesto sesleri ayyuka çıkar.

Ben sivil darbeye karşı böyle bir sivil itiatsizlik eyleminin darbeyi önleyeceğini düşünmekteyim.

Elbette halk direnişine rağmen yine de sivil darbe olabilir; halka karşı SADAT’ıydı, şuyuydu, buyuydu kanlı saldırılar gerçekleştirebilir.

Bu durumda yazının ilk bölümünde yapılan “devrimci duruma dönüşecek bir ortam” analizini hatırlatmak isterim. Bu ortam o gün devrimci duruma dönüşebilir. Bir “ihtimaldir.” “Kim kimi” sorunu gündeme gelebilir. Şenlikle başlayan kitlesel hareket bir anda “devrim ve karşı devrim diyalektiğinin” işlediği bir başka şenlik haline gelebilir. İhtimaldir.

Ve kendine devrimci diyen işte bu ihtimalin gerçekleşmesi için o gece varını yoğunu ortaya koymalıdır.

Yazımın sonunu bu ihtimalin dışına çıkarak şöyle bitireyim:

Bir oy Kılıçdaroğlu’na, sadece Erdoğan’ı devirmek için, ikinci oy Yeşil Sol Parti’ye Demokratik Cumhuriyet’in yolunu açabilmek için.

Hiçbir parlamento ve başkanlık seçimi 14 Mayıs seçimleri kadar devrimci bir perspektife sahip olamamıştı.


Konuyla ilişkili diğer makaleler