Komünistler Tartışıyor: Erkan BAŞ: „Önümüzdeki Tarihsel Fırsatı Değerlendirmeliyiz“ Kemal ATAKAN: „Onbinlerce Devrim Şehidinin Vasiyeti Bunu Gerektiriyor“
Politika: Önce hoş geldiniz diyelim. Bugün, geçen sayıda Erkan Başkan ile yaptığınız söyleşinin devamı niteliğinde ama sohbet, diyalog tarzında bir görüşme yapalım istedik.
Geçen sayıda özü itibarıyla HTKP’nin ülkemizde işçi sınıfının politik öncü partisini etkin ve sınıf içinde kök salmış bir örgüt olabilmesine ilişkin görüşlerini ele almış olduk. Bugün sohbeti biraz boyutlandıralım. Örneğin ülkemizdeki güncel politik durum ile ilgili iki tarafında görüşlerini alarak başlayalım. İlk sözü kim almak ister?
Erkan BAŞ: Peki ben güncel politik duruma dair bir giriş yaparak ve madem sohbet edeceğiz, direkt aklımdan geçeni söyleyerek başlayayım.
En özet haliyle, AKP/Saray iktidarı öyle bir durumdaki, saldırmadığı durumda ayakta kalamayacağını biliyor ve sürekli olarak yeni saldırılarla gündemi belirliyor. “Sürekli Saldırı taktiği” diyebileceğimiz bu yaklaşımla, toplumsal muhalefetin ve geniş halk güçlerinin kendilerini çaresiz hissetmelerini sağlamayı amaçlıyor. Çaresizlik, umutsuzluk, moralsizlik hali yayıldıkça ve yenilgi psikolojisi hakim hale geldikçe egemenliğini kuvvetlendiriyor. Geride kalan kısa döneme baktığımızda ardı ardına Diyarbakır’da Belediye eş başkanlarını tutuklatıp, ardından üniversitelerde aynı anda hem rektörlük seçimlerini kaldırıp hem önemli bir tasfiye hamlesi yapılabildi. Yetmedi, HDP’nin eş başkanları dahil milletvekillerini tutuklayıp Cumhuriyet gazetesi yazar ve yöneticilerini de hapse atmaya cüret edebildi. Neredeyse eş zamanlı gerçekleşen tüm bu saldırıları normal bir akıl ve mantıkla açıklamak pek mümkün değil.
Uzatmayayım, böylesi bir dönemde siyasal analiz yaparken sürekli olarak ve sadece karşı tarafın ne yapmaya çalıştığına odaklanmak bizi sıkıştırır. Elbette sistematik saldırılara karşı mümkün olan en büyük dirençle karşı durmak ve elden geldiğince direnmek zorundayız, bunu tartışmıyorum bile. Ancak komünistlere düşen bundan daha fazlasının yolunu bulmaktır. Örneğin tüm bu saldırıların ana mantığını kavramak ve kavratacak bir ajitasyon-propaganda dili kurmak zorundayız. İşçi sınıfının ve emekçi halkımızın bu saldırıların neden doğrudan kendi hayatını etkilediğini kavraması için çaba harcamamızı gerekiyor. En önemlisi, sadece iktidarın saldırılarına karşı direnişler, yanıt verme çabasıyla sınırlı olmayan bir karşı saldırı hamlesinin yol ve yöntemlerine odaklanmamız gerekiyor.
Özetle düzen cephesinde 14-15 yıldır tanımlanan yolda, yeni dönemin kendilerine sunduğu olanak ve düzen karşıtı güçlerin gerçek bir karşı koyuşu örgütleyememesi avantajıyla devam eden bir süreç var. Biz ise kendi hedef ve taleplerimizi açık ve anlaşılır biçimde ortaya koyarak, mevcut düzenin tümünü karşıya alan bir eksende militan-mücadeleci bir karşı hamleyi örgütlemek göreviyle karşı karşıyayız.
Kemal ATAKAN: Yoldaş, söylediklerine katılmamak mümkün değil. Biraz daha zenginleştirmek gerekirse iki noktaya değinmek isteriz. Birincisi; 15 Temmuz darbesi ile, onun öncesinde salt iktidar olan AKP-Saray Rejimi’nin, devlet üzerindeki kontrolü sağladığı gerçeği. Bunu kendi gücüyle başaramazdı. Ergenekon hükümlülerinin beraat ettirilmesi ile bugün aldıkları tutum arasındaki bağ bir tesadüf olamaz. Bugün AKP’nin etrafında oluşan blok önemlidir. Ergenekoncular diye anılan isimler, Mehmet Ağar gibiler, ırkçı çeteler ve statükocu Kemalist güçler AKP-Saray ile simgelenen devletin yeni yapısını oluşturuyorlar. Bu uzlaşma ve devlete hakim olmak ne kadar kalıcı olur? Onu zaman gösterecek, ama sorun çıkacağı kesindir.
İkincisi; Mücadele konusu. Direniş, karşı hamle fikrine katılıyoruz. Fakat Türkiye devrimci hareketinde en büyük zaaf sürekli muhalif olma hali ve ne alternatif sunduğumuzu kitlelere, halklara ulaştıramama sıkıntısı. Bunu muhakkak aşmamız gerekiyor ve bu konuda öncelikle komünistlere önemli görev düşüyor. “Komünistlerin Türkiye İçin Çözüm Alternatifi” herkesin anlayacağı şekilde çok kısa formüle edilmeli. Bu hazırlandıktan sonra da devrimci ve demokratik güçlerin eylem ve cephe birliği ile doğru içeriklerle öncelikle işçi sınıfına ve ezilen, sömürülen, yoksul emekçi halka ulaşma yeteneğimiz... Bu da ancak bizzat fabrikalar, işyerleri, mahalle ve semtlerde olmalıdır. AKP-Saray Diktatörlüğü artık devletin kendisi oldu. Onunla çıkarları çelişen en geniş kesimleri bir araya getirip senin de dediğin gibi karşı-atak geliştirmek en başta bizim meziyetimiz olmalı. “En iyi savunma saldırıdır” diye boşuna dememişler.
Politika: Yoldaşlar, isterseniz iki somut başlığa işaret edeyim öyle devam edelim. Birincisi; Cumhuriyet ve Kemalizm sorunsalına yaklaşım. İkinci konu önerim ise; yine Kemalist Cumhuriyet geçmişine bağlı olarak Kürt ulusal sorununa bakış açımız. Sadece sorun anlamında değil, Kürt ulusu ve diğer ulusal azınlıklar için çözüm önerimiz... Bu konuları ele alalım.
Erkan BAŞ: Cumhuriyet ve Kemalizm ile başlayalım o zaman.
Herşeyden önce meseleyi komünistler olarak tartışıyorsak, tarihsel materyalist bir bakış açısı içinde ele almamız gerektiğini söyleyerek başlamak istiyorum. Zira çift taraflı olarak, gerek gerici-liberal gerekse ulusalcı eğilimler, esas olarak bu olguyu dikkate almamaları nedeniyle yanlış sonuçlara varılmasına neden oluyorlar.
Sonunda geleceğim noktayı başta vurgulayayım; Mustafa Kemal ve onun öncülük ettiği dönüşümler inkar edilemez, tarihsel olarak yaşanmış gerçekliklerdir. Mustafa Kemal ise burjuva devriminin ve yarattığı mirasın lideri olarak değerlendirilmesi gereken bir burjuva devrimcisidir. 1900’lü yıllarda bir burjuva devrimi ne kadar ilerici ise o kadar ilerici, ne kadar gericiyse o kadar gericidir.
Bizim Mustafa Kemal ve Kemalizm’e dair eleştirilerimizin temeli sınıfsaldır ve esas önemsediğimiz şeylerden birisi bu sınıfsal eleştirilerin hangi nedenle olursa olsun silikleştirilmemesidir. Burjuva devrimcisi dememiz bu sınıfsallığa bir vurgudur.
Sözünü ettiğimiz, bir burjuva devrimi ve onun lideri olan burjuva devrimcisidir. Bu sınıfsal aidiyet, genç Türkiye Cumhuriyeti’nin kapitalist-emperyalist blokta yer almayı seçmesi ve içeride kapitalist ekonomik/sınıfsal ilişkileri güçlendirmesi, Kemalizm’in burjuva karakterinin bir yansımasıdır. Bu da tarihsel anlamda ilerici değerlerin (bağımsızlık, laiklik vb.) aşınmasının, emek düşmanı, karakterinin belirginleşmesinin nedenleridir. Esas önemli olan nokta bu olmalıdır.
Örneğin bize göre, bugün Türkiye’nin en yakıcı sorunlarından biri olan Kürt ulusal sorununun çözülememesi de yine Kemalizm’in sınıfsal karakteriyle daha somut konuşacak olursak, Kürt yoksullarıyla yapılacak bir ittifak ve toprak reformuyla Kürt toprak ağalarının tasfiye edilmelerine engel olan sınıfsal tercihiyle yakından ilgilidir. Diğer tüm inkarcı adımları, emekçi sınıflara ve halka düşman adımları da bu temel üzerinden anlamlandırabiliriz.
Özellikle 90’lı yıllarda sol içerisinde Kürt ulusal sorunu, askeri darbeler ve 1980 sonrası yükselen ideolojik saldırılar sonucunda yaygınlaşan, liberal-gerici bir tarih okumasına dayanan Mustafa Kemal ve Kemalizm düşmanlığını sağlıklı bulmadığımızı söyleyebilirim. Birincisi, Kemalizm’i faşizm veya ırkçılıkla bir tutan yaklaşımlar bilimsel olarak doğru değildir. İkincisi, Türkiye solunun, sosyalist hareketin büyüyebileceği zeminler bu bakışla yaratılamaz. Hatta tersini söyleyeyim, bu yaklaşımların sosyalist devrimin ve sosyalizm mücadelesinin ayağını basacağı toprağın kaymasına neden olduğu için de özel olarak dikkatli olunması gerekir.
Meselenin güncel siyasal boyutları vardır, Kürt hareketinin bir etkisi vardır ama bence temel sorun Türkiye’de sol dâhil entelektüel ortamı zehirleyen postmodern akıl tutulmasıdır. Bunu özellikle vurgulamak gerekiyor. Bu özellikle Sovyetlerin çözülüşünden sonra, 1990-2000 döneminde etkili olmuştur. Dikkat edin, bu tezleri ileri sürenlerin büyük bölümü Sovyetlere, önemli bir bölümü Lenin’e, Stalin’e, azımsanmayacak bir bölümü de Marks’a açıkça düşmanlık yapanlardır. Pratik pozisyonları itibariyle de çoğunun devrimci bir mücadelenin parçası olmaktan kaçan tipler olması tesadüf olmasa gerek. Memlekette bilinen en önemli siyasal faaliyetleri, “yetmez ama evet” söylemi ile AKP/Saray rejiminin kurumsallaşması sürecine destek vermeleri olmuştur.
Geçenlerde Metin Ağabey (Çulhaoğlu) İleri’de çıkan bir yazısında “Türkiye solunun 1990’lardan başlayarak böyle bir tartışma içine girmiş olması züldür” diye yazmıştı, ben buna kesinlikle katılıyorum. Komintern’den, Stalin ve Dimitrov’a, Suphi’lerden, Nazım’a, Kıvılcımlı’ya, Bilen yoldaş ve Boran’a; oradan Çayan’a, Gezmiş’e ve diğerlerine uzanan bir geleneğin konuya yaklaşımında kimi nüanslar görüyoruz ama dikkat edin hiç birisi kendisini anti-Kemalist olarak tanımlama ihtiyacı hissetmemiştir. Bu konu tartışılması ve irdelenmesi gereken bir başlık olarak önümüzde durmalıdır.
Sonuçta şöyle özetleyelim; M.Kemal ve Türkiye burjuva devrimi, gerisine düşülmemesi, hataları ve eksiklikleri bilim dışı yaftalarla değil sınıfsal çıkarları, aidiyeti ve tercihleriyle değerlendirilmesi gereken bir birikimdir. Bugün itibariyle bizi ileri götürmez ancak bizim onun gerisinde bir tutum almamız düşünülmemeli…
Cumhuriyet için de aynı şeyi söyleyebiliriz. Bugün Türkiye’de 1923 Cumhuriyeti diye bir şey kalmış mıdır, ne kadar kalmıştır vb. bunlar çok tartışılır. Bizim işimiz, komünistlerin görevi daha ileri, yeni bir cumhuriyet, sosyalist bir cumhuriyet kurmaktır. Bu görevimizi yerine getirmek üzere dövüşürken bu topraklarda tarihsel olarak ilerici olan ne varsa, emekçi sınıflar yoksul halklar adına kazanım olarak ne varsa bunları da mirasımıza dahil etmekten çekinmemeliyiz.
Kemal ATAKAN: Kemalizm ve Cumhuriyet derken, Kemalist Cumhuriyet kavramı ile adını koyalım istersen. Evet burjuvadır, o anlamda komünistlerin anladığı anlamda ne kadar devrimcidir, o bizce tartışılır. Kemalizm sorununa yaklaşırken, Birincisi; salt burjuva olduğunu değil, aynı zamanda burjuva ideolojisine sadık olduğunu da dile getirmeliyiz.
İkincisi; bunun doğal sonucu olarak Ulusal Kurtuluş Savaşını, Toplumsal Kurtuluşa yükseltmek gibi bir amacının olmadığını kabul etmeliyiz. Bu çerçevede öncelikle partimizin kurucularını katlettirmekte engel görmediğini ve kendisinin de, İsmet İnönü’nün ve diğer kurmaylarının da kurucusu ve yönetiminde olan sahte bir “TKP” kurduğunu, aynı süreçte partimizi 12 Eylül 1922’de yasakladığını belirtmeliyiz. Bu olguları “TKP’mize bunları yaptı” diye duygusal bir kin anlamında söylemiyoruz. Son tahlilde bu işçi sınıfına ve emekçi halklara, hele o dönemde köylülüğe doğrudan sınıfsal saldırı anlamına gelmektedir.
Üçüncüsü; İngiliz emperyalizmi ile uzlaşmasını yok sayamayız. Dördüncüsü; Komünistler ile başlayan imha hareketini Alevi toplumu ve Kürt halkı ile sürdürdüğünü, Ermeni, Rum, Süryani, Ezidi toplumlarına da ağır baskılar uygulattığını görmeliyiz. Beşincisi; Türkiye’yi resmen kapitalist dünyaya işbirlikçi niteliği ile bağlamış olarak değerlendiriyoruz.
Erkan BAŞ: Söylenenlere katılıyorum ancak eklemek gerekiyor, tüm bunların sınıfsal yönelimlerinin doğrusal bir sonucu olduğunu görmemiz gerekir. Aklıma geldi, genç bir Kemalist arkadaşla sohbet sırasında, Mustafa Kemal’in bir burjuva devrimcisi olduğunu söylediğimde hakaret ettiğimi düşünüp öfkelenmişti, çok şaşırmıştım. Bazen bizim devrimci saflardaki arkadaşlarla tartıştığımızda da tam tersine rastlıyorum. Bizim amacımız, hakaret veya yüceltme değil bilimsel bir değerlendirme yapıyoruz.
Kemalizm meselesinde bizi liberal tarih yorumlarından ayıran bir yan olmalı, biz bunun sınıfsal perspektif olması gerektiğinde ısrarcıyız. Bu varsa, temel buysa gerisini bunun üzerinden tartışalım diyoruz.
Kemal ATAKAN: Kaldığım yerden devam edersem... Türkiye Komünist Partisi’nde kurulduğundan itibaren iki damar olmuştur. Birincisi, Mustafa Suphi, Ethem Nejatların, Nazım ve Bilen yoldaşlara uzanan Bolşevik, Kominternci damarı, diğeri ise TKP’nin kuruluş kongresine dahi katılmayan Şefik Hüsnü ile Kıvılcımlı, Belli ve takipçilerinin Kemalist damarı. Tümü bizim tarihimizdir, doğrusu ve yanlışı ile sahip çıkıyoruz, ancak önümüzdeki dönem mücadele hattımız için bu konuda sonuçlar çıkarmalıyız diye düşünüyoruz.
Düşüncemize göre Menderesleri, Demirelleri, Özalları, Erdoğanları yaratan Kemalizmin ta kendisidir. CHP’nin temelden yanlış politikaları bu güçleri başımıza musallat etmiştir. Askeri faşist cuntaların müsebbibi de öyledir. Bu diktatörlükler hep Kemalizm adına gelmedi mi?
Konu siyasi ve ideolojik bir konudur, kesinlikle kişiselleştirme değildir. İlerde, üretim araçları üzerindeki özel mülkiyet kalktığı ve proletarya devleti kurulduktan sonra Mustafa Kemal’i yerli yerine koyabiliriz. Türkiye Cumhuriyeti’nin geleneksel devlet yapısına karşı olmak ve sosyalist devrim amacına yönelik sınıf mücadelesini geliştirmek Kemalizm’den ideolojik olarak kopmayı gerektirir. Bu, Mustafa Kemal’in tümden reddi veya tarihteki yerini inkar değildir. Biz kendisini yok sayamayız, ilerde bir burjuva demokratı olarak toplumsal ilerlemeye yaptığı katkıları değerlendirmemiz mümkündür. Hatta sosyalist devrim mücadelesinde anti-kapitalist, anti-faşist, anti-emperyalist, anti-şovenist, devrimci-demokrat Kemalistler, küçük burjuva bir katman olarak işçi sınıfının bağlaşığıdır. Ancak sınıfsal anlamda yerini doğru belirlemeliyiz.
Kürt ulusal sorununa bu soruda değil, üçüncü soruda değinmek istiyoruz.
Politika: Birinci soruda genel mutabakatınız kendini ikinci soruda bazı farklı bakış açılarına bıraktı. Bunu nasıl değerlendiriyorsunuz?
Kemal ATAKAN: Kemalizm ve Kürt Ulusal Sorunu konusunda bakış açılarımızda farklılıklar mevcut. Bunları yok sayamayız. Ama bu bizlerin mücadele yoldaşlığını ortadan kaldırmamalı. Bunlar komünistlerin sıçrama yapabilmesi açısından önemli konular. Onun için de bu konudaki görüşlerimizi kamuoyu önünde tartışıyoruz. Bu medeni cesarete ikimiz de sahibiz. Temel teorik, ideolojik konularda mutabakatımız çok fazla. Politik olarak da ayrı düştüğümüz, ideolojik arka planı olan kimi konuları ise tartışmak ve netleştirmek gerekiyor. Unutmayalım, sınıf mücadelesi öznel duyguları tatmin amaçlı değil, sınıfa karşı görevlerimiz olarak bizlere çok ciddi sorumluluklar yüklüyor.
Erkan BAŞ: Mesele sadece bizim aramızdaki görüş farklılığı değil. Şunu atlamayalım, özellikle SSCB’nin çözülüşü sonrası devrimci saflarda ciddi bir ideolojik kırılma yaşanmıştır. 90’lı yıllar esas olarak liberalizmin sol içine sızdığı, diğer taraftan bunun arabı gibi gözüken ulusalcı eğilimlerin türediği bir dönemdi. Sanırım bu saptamada ortaklaşıyoruzdur.
Kemal ATAKAN: Umarım yoldaşım, “sol içine sızan liberalizmden” söz ederken bize ithamda bulunmuyordur, öyle değilse tespitine katılıyorum.
Erkan BAŞ: Yok Kemal yoldaşım, aklımın ucundan bile geçmez. Katıldığına göre senden bahsetmiyorum tabii ki…
İzin verirsen devam edeyim, bu dönem bizim tarihsel kazanımlarımızı, teorik-ideolojik hattımızı devrimci bir eksende korumak için özel bir çaba harcamak gerekiyor. Bunun için sağlam kalkış noktalarının belirginleştirilmesi gerekiyor. Devrimci mücadelenin yeniden Türkiye’nin kaderini belirleyebileceği bir dönemde geçmişin olumsuz yansımalarını ortadan kaldırmak için önce “tartışılmaz, tartışılması teklif dahi edilemez” noktaların belirginleştirilmesi iyi olur. Örneğin iktidarın işçi sınıfı tarafından fethi hedefini merkeze almak, bunun için bir zorunluluk olan Leninist ihtilalci bir öncü parti fikrinde ısrar, düzenin tüm kurumlarından ve ideolojik tahakkümünden kesin bir kopuş kararlılığı gibi önemli başlıklar ilk aklıma gelenler. Bunun ötesi önemsizdir anlamında söylemiyorum, buralardaki ortaklık, samimi devrimci bir arayışla birleştiğinde tartışmalarla çözülemeyecek sorun yoktur. Meseleleri kendi sorunumuz olarak değil, Türkiye emekçi halklarına karşı sorumluluğumuz olarak görürsek bu sorumlulukla yaklaşırsak yol almak da kolaylaşır.
Özetle, farklılıklarımızın farkında olmak önemli, açık açık yoldaşça tartışacağız, daha önemlisi birlikte mücadele edeceğiz ve bu aşamada dönüp tekrar baktığımızda kimilerinin önemsizleştiğini, kimilerinde aramızdaki farkların kapandığını göreceğiz.
Kemal ATAKAN: Katılıyorum söylediklerine…
Politika: Evet geldik Kürt Ulusal Sorununa. İsterseniz ilk sözü siz alın Erkan Başkan.
Erkan BAŞ: Kürt Ulusal Sorunu’nu ortaya çıkaran temel neden, sömürü sisteminin yarattığı toplumsal eşitsizlikler ve baskı politikaları olmuştur, bunu en başa yazarak başlayalım.
Türkiye nüfusu içinde her dönem ciddi bir nüfus yoğunluğuna ve ulusal-kültürel farklılığa sahip olan Kürt halkı düzenin inkar politikasına tabi tutulmuştur. Kürt yoksulları sermaye sahipleri tarafından ucuz işgücü olarak değerlendirilip en kötü koşullarda çalıştırılmış ve eğitimsiz bırakılmıştır.
Bu durum patronlar tarafından ağır sömürü koşullarının sürdürülebilmesi için bir avantaj olarak görülmüş ve desteklenmiştir. Şunu özellikle vurgulamak isterim, Türkiye’de sermaye sınıfı ciddi bir bölücülük politikası izlemiş, Kürt ve Türk burjuvalar arasında ittifaklar kurmuş, aşiret reislerini ve tarikat şeyhlerini destekleyerek Kürt emekçilerin düzene itaat etmesini istemiştir. Kürt halkına dönük uygulanan ayrımcı politikalar ve milli-kültürel değerlerin yok sayılması sonucunda, “Kürt Ulusal Sorunu” ve Kürt Ulusal Kurtuluş Mücadelesi’nin koşulları da ortaya çıkmıştır.
Kürt ulusal sorununun günümüzde sürüyor olmasının temel sebebi, Kürt halkına yönelik ayrımcı bakış açısıyla, kapitalist sömürü ilişkileri arasında sıkı bir bağ olması olarak tespit edilmelidir.
Kürtlerin ulusal talepleri, 1950’lerden bu yana öncelikli olarak Kürt yoksullarını ilgilendirmiştir. Kürt egemenleri ve burjuvazisi, Kürt ulusal sorunu söz konusu olduğunda devlet tarafında saf tutmuş ve Türk sınıf kardeşleriyle çıkar ortaklığı yapmıştır. Buna karşın Kürt yoksulların ekonomik ve sosyal yaşamının ağır sömürü koşullarıyla belirlenmesi ve bu koşulları ortadan kaldırmaya dönük talepleri, Kürt ulusal sorununun ortaya çıkmasında ve tanımlanmasında önemli bir etken olmuş, Kürt siyasal hareketinin de emekçi karakteri baskın bir hareket olarak ortaya çıkmasına yol açmıştır. Kürt coğrafyasında beliren yoksul köylü hareketi, Türkiye sol, sosyalist hareketi de bu kavgada etkili bir taraf oldukça özgürlük ve eşitlik arayışının bir parçası haline gelmiştir.
Bu özetle beraber, şunu öncelikle ve kesin olarak söyleyelim, Kürt halkının emekçi karakterli hak ve özgürlük mücadelesinin yanındayız.
Geçmişle ilgili kısmında bununla yetineyim, öte taraftan “Kürt ulusal sorunu” olarak adlandırılan siyasal mücadele sürecinin tanımı, geçmiş ve bugün arasında bir karşılaştırma yapıldığında önemli farklılıklar göstermektedir. Kürt halkının kimliğinin inkar edildiği ve “Türkleştirilmeye” çalışıldığı birinci dönem 1990’lı yılların sonuna kadar uzatılabilir. Türkiye ve dünyada yaşanan politik gelişmeler ve özellikle bir bütün olarak Kürt siyasal hareketinin yürüttüğü mücadele sonrasında Kürtler önemli kazanımlar elde etmiş, inkar politikası ortadan kalkmış, Kürtlerin varlığı kabul edilmiş ve devlet geri adım atarak kimi hakları tanımak zorunda kalmıştır. Tüm bu gelişmelerle birlikte Kürt siyasal hareketi ve “Kürt ulusal sorunu”nun çözüm yolları da yeni bir evreye girmiştir. Irak’ın 2003 yılında emperyalistler tarafından işgal edilmesi ve sonrasında Kürtlerin de yaşadığı coğrafyalarda, sınırların-iktidarların tartışılmaya, değişmeye ve yok edilmeye başlaması Kürt ulusal hareketleri açısından da stratejik bir yenilenmeye yol açmıştır. İkinci dönemde Türkiye dahil tüm Ortadoğu’da yaşayan Kürtlerin öne çıkan hedefi, “statü kazanmak” olarak özetlenebilir. Irak ve Suriye’de emperyalist müdahaleler sonucunda ortaya çıkan iktidar boşluğu, bu ülkelerde yaşayan Kürtlerin inisiyatif almasına ve gelişme göstermesine olanak sunmuş, bu yükseliş Türkiye Kürtlerinin siyasal tutumunu da etkilemiştir. Türkiye Kürtlerinin kazandığı haklar, kat ettiği mesafe ve bir politik hareket olarak meşrulaşması “statü” talebini de güçlendirmiştir.
Bugün ne Türkiye’de, ne Irak’ta ne de son birkaç yılda tahmin edilenden daha fazla değişime uğrayan Suriye’de Kürt sorunu, “Kürt kimliğinin inkarını ortadan kaldırma mücadelesi” ile tam olarak açıklanamaz. “Kürt sorunu” ve Kürt ulusal mücadelesi için bugün eşit yurttaşlık talebini de kapsayan bir statü kazanma çabası asıl belirleyen haline gelmiştir.
Bizim yaklaşımıza gelirsek, Komünistler, ulusların kendi kaderini tayin etmek istemelerine, bunun için mücadele etmelerine saygı göstermektedir. Kaderin nasıl tayin edildiği, edileceği, hangi sınıfın çıkarlarının belirleyici olacağı ise, komünistlerin bu mücadeleye ilişkin tutumunu tayin eder. Örneğin, Balkanlar’da doğrudan emperyalistlerin müdahalesi ile halkları ve ulusları birbirlerine düşman eden politikalar sonucunda Kosova, Karadağ gibi yeni devletlerin kurulmuş olmasının ilerici herhangi bir yanı bulunmamaktadır.
Aynı şekilde, Irak’ın kuzeyinde Barzani gibi hem Kürt halkı içerisinde egemen sınıfın temsilcisi olan hem de emperyalistlerle kader birliği etmiş bir özne öncülüğüyle devletleşme çabası içinde olan harekete komünistlerin sempatiyle yaklaşması beklenemez.
Öte yandan, Suriye’de Rojava deneyimi ise sınıf karakteri ve hedefleri bakımından Barzanicilikle önemli farklılıklar barındırmaktadır. Partimiz, Kürtlerin Suriye’de statü sahibi olma çabalarına desteklemekte, bu çabanın emekçi sınıflar için ve anti-emperyalist bir kazanım haline getirilebilmesinin önemini vurgulamaktadır. Bu eksende kazanılan mevzilerin geliştirilmesini de önemli görüyoruz. Komünistler açısından, gericilikle savaş halinde olan Suriyeli Kürtlerin, ABD başta olmak üzere emperyalist güçlerin bölgenin kaderini belirlemesine itiraz etmeleri ve Suriye halkları ile birlikte bir gelecek yaratma iradesi göstermeleri önemlidir. Komünistlerin bölgedeki yeni siyasi şekillenmeler karşısındaki tutumunu belirleyen ve bundan sonra da belirleyecek olan esas kriter budur. Türkiye’de ise komünistler Türk ve Kürt emekçilerinin ortak yurdu olarak inşa edilecek bir Sosyalist Türkiye hedefine sahiptir.
Türkiye işçi sınıfının ağırlıklı olarak farklı anadillere ve kültürlere sahip emekçilerden oluşması bir zenginlik olarak görülmelidir. Bu zenginliği ortadan kaldırmak ve Türkiye işçi sınıfı içinde ayrımcılık yaratmak isteyen sömürü sistemine karşı barış, kardeşlik, eşitlik ve özgürlük kavgasını sürdürmekten vazgeçmeyiz. Kürtlerin ayrımcılığa karşı savundukları eşit yurttaşlık talebinin ve özgürlük ilkesinin, eşitlik ilkesi ile birleştirilmesi mücadelesinin taşıyıcısı ve öncüsü olmak zorundayız. Kürtlerin ana dillerini öğrenme ve kullanma, kültürel haklarına sahip olma isteklerinin de…
Öte yandan Kürt emekçilerin barış, demokrasi ve eşitlik taleplerinin kalıcı bir kazanıma dönüşmesinin güvencesinin ancak sosyalist bir düzende sağlanacağını biliyoruz. Kürt ve Türk emekçilerin kalıcı birlikteliği, mücadele ortaklığı, özgürlük talepleri, ancak sosyalist devrim mücadelesi ile kalıcılaştırılabilir. Tam olarak bu nedenle ve Kürt emekçilerin Türkiye sosyalist devrimi için yürütülen mücadelenin ana unsurlarından biri olduğu bilinciyle Kürt ve Türk emekçilerinin birlikte mücadelesine önem veriyoruz.
Kemal ATAKAN: Erkan yoldaşım. Büyük bir çoğunlukla katılabiliriz. Ancak bizce konunun temelinde yatan asıl etmeni atlamayalım. Bu da Kürt Ulusal Sorunu’nun ortaya çıkması ile doğrudan ilgilidir (Cumhuriyet tarihi dönemi için konuşuyorum). Asıl sorun Türkiye’de Ulus Devlet kuruluşu sürecidir. Doğru veya yanlış... Mustafa Kemal „Tek Ülke, Tek Millet, Tek Bayrak“ ilkesi çerçevesinde kapitalist ulus kurma yolunu seçmiştir. „Ne Mutlu Türküm Diyene“ belgisi kendi kendine ortaya çıkmamıştır. Bu da doğal olarak Kürt halkının ve diğer halkların inkarına ve asimilasyon hedefine bağlanmaktadır. Ankara Hükümeti’nin ilk kuruluşunda Kürdistan ve Lazistan’ı „muhtariyet“ (yani özerklik) çerçevesinde tanımlayan birinci Anayasa, 1924 Anayasası ile milliyetler meselesinde kökten değiştirilmiştir. Bu doktriner görüş de bugüne kadar gelmiştir. „Şark hizmeti“ (devlet memurlarına zorunlu olan Doğu görevi) veya „Mahrumiyet Bölgesi“ kavramları taa o dönemde resmi literatüre girmiştir. Biz Kemalizm ile Kürt Ulusal Sorunu arasında böyle doğrudan bir bağ tarif ediyoruz. Yani ortada Kürt halkının ezici çoğunluğunun, işçi, emekçi, köylü ve yoksul olmasının ötesinde, konunun böyle bir boyutu da vardır. Bunu atlamamalıyız.
Diğer mesele „Ayrılma hakkı dahil ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı“ ilkesi. Lenin ve Stalin’in bu konuda zengin literatürü mevcut. „Ayrılma hakkı dahil“ nitelemesini de görmezden gelemeyiz. Buna ezilen ulusun kendisi karar verir. Leninist bakış açısı budur.
Ulusal Kurtuluş Hareketleri, Dünya Devrim Süreci’nin bir bileşenidir. Dünya Sosyalist Sistemi’nin sistem olarak bugün var olmaması bunu değiştirmez. Ulusal Kurtuluş Mücadeleleri’nin en genel anlamında sınıfsallığı, öncelikle emperyalizme karşı savaşta budur. Ayrılma hakkı da herhangi bir şarta bağlı değildir. O konuda doğru etki komünistlerin faaliyetleri sonucu ortaya çıkar. Kuşkusuz ki emperyalizmin lehine yeni bir kapitalist devletin oluşması istenen bir durum değildir. Ama her ayrılma talebini özgün durumuna göre değerlendirmek ve uluslararası sınıf mücadelesinin çıkarları açısından değerlendirmek lazımdır. Komünistlere göre yanlış varsa da bunu değiştirmek ilgili komünist partilerinin güç ve etkisine bağlıdır. Değilse belirleyici olan halkın tercihidir.
Ulus Devlet oluşum sürecinde din konusunda da içerik benzerdir. Sünni İslam resmi din olarak kabul edilerek, Diyanet Kurumu oluşturularak, diğer tüm İslam mezhepleri ve dinler her tür haktan mahrum bırakılmışlar, baskı altında asimilasyona veya zorunlu göçe tabi tutulmuşlardır. Alevi toplumuna yönelik Dersim Katliamı ve daha binlerce örneği nereye koyacağız. Ermeniler, Rumlar, Süryaniler, Ezidiler topraklarını dönmemek üzere terketmek zorunda bırakılmışlardır. Bunu yaklaşımı biz nasıl savunabiliriz? Ve adını neden koymayalım? Biz eksiksiz laiklikten yanayız ve bunu amaçlarımız arasına yazıyoruz. Bugün de diğer demokratik istemlerin arasında dinsel gericilik ve şeriata karşı laikliği kesinlikle savunmak lazım. Ancak Sünni İslamı resmi din ilan eden, camilere ücretsiz elektrik, su, gaz veren, imamları, müezzinleri, vaizleri devlet memuru yapan, ve sadece Diyanet Kurumuna Sağlık Bakanlığından ve Eğitim Bakanlığından daha fazla bütçe ayıran bir ülkede daha önce laiklik olduğundan söz etme görüşüne katılmıyoruz. Din ve devlet işleri tüm Cumhuriyet tarihinde resmen birbirine bağlı olmuştur. Cumhuriyet ile kurgulanan Türk-İslam ideolojisi ile mücadele etmeden bu ülkede sınıfsal anlamda ilerleme kaydetmemiz çok zordur hatta mümkün değildir.
Erkan BAŞ: Yine araya gireyim. Laiklik başlığında Türkiye’de bizim istediğimiz yahut diyelim olması gerektiği gibi işleyen bir ilke olmadığı söylenebilir. Ancak meseleye yine sınıfsal bakalım, bu çağda burjuvazinin laikliği budur işte. Ve tam bu nedenle her geçen gün daha geriye gidilmiş ve nihayetinde bu noktaya gelinmiştir. Bence esas meselemiz şu, biz burjuvaziden komünistlerin laiklik prensibini, ya da ne bileyim 1800’lerin başındaki yani işçi sınıfının henüz bir politik güç olarak tarih sahnesine çıkmadığı dönemdeki, daha açık söyleyelim burjuvazinin devrimci olduğu dönemdeki radikallikle bir laiklik uygulamasını mı bekliyoruz?
Bu Türkiye’de Cumhuriyet’in kuruluşunda yoktur demek başka bir şey, fakat Türkiye hiç laik olmadı demek başka bir şey. Eğer hiç laiklik olmadıysa, bugünkü durum eskinin birebir devamı mıdır? Bize göre böyle değil.
Kemal ATAKAN: Cumhuriyetin kuruluş sürecindeki kimi reformları modernleşme niteliğinde reformlar olarak değerlendiriyoruz. Resmi söylemde laiklik uygulanıyormuş gibi bir tarz geliştirilmiştir, ancak bizce bu sözde laikliktir. Neden „sözde“? Bugün yaşanan dinsel gericileşme Cumhuriyetin kuruluş döneminde ve 93 yıllık süreçte yaratılan alt yapının üzerinde uygulama olanağı buluyor. Neredeydi „laiklik“? Görüntüde evet, bir makyaj veya giydirilmiş dış cephe gibi bir „laiklik“ vardı. Ama uygulanan burjuva anlamda dahi laiklik değildi.
Konumuza dönüp, Kürt Ulusal Sorunu ve Türkiye’ye gelirsek, Kürt Özgürlük Hareketi, 90’lı yılların sonuna doğru (Öcalan henüz Türkiye’ye teslim edilmeden) „Bağımsız Kürdistan“ amacından vaz geçmiş, Kürt halkının yaşadığı dört parçada politik, kültürel ve ulusal eşit yurttaşlık haklarını hedefleyen özerklik temelinde birlikte yaşama politikasını geliştirmişlerdir. Özerklik mi, Federasyon mu, Eyalet sistemi mi tartışması değil, asıl dikkate alınması gereken niyettir. Birlikte yaşama amacı beraberinde devletin yapısının değişmesi ve demokratikleşmesini beraberinde getirmektedir. Bizim gibi düşünmeyebilirler her konuda, ancak Türkiye’deki devrim sürecinin bileşeni olan Kürt işçi, emekçi ve köylülerinin demokratik mücadele temelinde mücadeleye atılmaları dahi başlı başına sınıfsal bir öz taşımaktadır. Bu çerçevede bugün Kürt ulusal demokratik özgürlük hareketi, Türkiye sınıf hareketinin en dinamik ve aktif bölümünü oluşturmaktadır.
Görüşlerimize göre, Türkiye’de sosyalizm mücadelesinin yükselmesi, bu doğrultuda sınıf hareketinin güçlenmesi, Türkiye işçi sınıfının devrimci hareketi ile Kürt halkının ulusal demokratik özgürlük hareketinin birleşik mücadelesi ile sağlanacaktır. AKP-Saray Diktatörlüğü’nün de engellemeye çalıştığı temel birliktelik budur. Nihai çözüm kuşkusuz ki Sosyalist Türkiye’dedir. Sosyalist Türkiye için gerekli bilince sahip devrimin ordusunu oluşturmak birleşik mücadele sürecini dayatıyor. Bunu başardığımız zaman sınıf savaşımında çok yol almış ve devrime yaklaşmış olacağız.
Politika: Yoldaşlar, son sözlerinizi alıp toparlayalım. Çok yararlı bir görüşme oldu, bu konuların tartışılmasına vesile oluyorsunuz, bunu önemsiyoruz.
Kemal ATAKAN: Somut konuşalım. BHH, HDK/HDP, EMEP, HE ve mümkün olan tüm diğer devrimci güçlerin ve bireylerin birlikteliğini sağlamak, işyeri ve semtler temelinde meclislerimizi oluşturmak, ortak mücadeleyi siyasi çatı partisi temsili dahil inşa etmeliyiz. Tartıştığımız konularda mücadele sürecinde ortaklaşmaya devam edebiliriz. Önemli olan niyet. Bu varsa, ki bizce var, o halde işçi sınıfının politik öncü örgütünün bize yüklediği sorumluluğu yerine getirmeliyiz. Suphilerin, Mahirlerin, Denizlerin, İboların, Mahsunların,Tayfunların ve daha onbinlerce devrim şehidinin vasiyeti bunu gerektiriyor. Bütün bu siyasi devrimci çizgilerin olmazsa olmaz birlikte mücadelesi şarttır. 60’lı yılların ayrım noktalarını yeniden buluşturmak bu kuşağın görevidir, komünistlerin sorumluluğudur. Bu konuda hiç farklı düşünmediğimiz Erkan Başkan’a ayrıca açıklığı, samimiyeti ve ilkeliliği için teşekkür ederiz.
Erkan BAŞ: Ben de hem misafirperverliğiniz için hem de bize bu fırsatı verdiğiniz için teşekkür ederim. Geçen sayıda yayınlanan röportaj sonrası çokça olumlu geri bildirim almıştık, sıcak selamlarını, ilgi ve desteğini esirgemeyen tüm yoldaşlara da teşekkür ediyorum. Bunun kendisi bile bu söyleşilerin ne kadar önemli ve değerli olduğunu gösteren bir veridir. Bu mesajı aldığımızı da ifade etmiş oldum…
Türkiye tarihsel bir dönemece girmiş durumda, sürekli olarak aynı noktaya odaklanmamız gerekiyor; içinden geçtiğimiz dönemde komünistler ülkenin kaderine etki edebilirler, bu bizim öznel pozisyonumuzdan çok ülkenin ve hatta dünyanın içinden geçtiği dönemle ilgili. Böylesi dönemlerde yaptığımız, yapmadığımız veya yapamadığımız her şeyin önemli sonuçları olacağını bilerek hareket etmeliyiz. Bu sorumlulukla hareket etmeli, önümüzdeki bu tarihsel fırsatı değerlendirmeliyiz.
Politika: Biz teşekkür ederiz yoldaşlar.